Diyanet İşleri Başkanlığımızda uzun süre görev yaptıktan sonra emekli olan bir Hoca Efendiye muhabbet esnasında:

▬ Hocam! Unutamadığınız bir olay veya bir hatıranız var mı?” diye sorduklarında, Hoca Efendi:

▬ Olmaz mııı?” der heyecanla. Demek ki mühim bir şey anlatacaktır ve başlar söze:

▬ Birçok cami cemaatinin içinde olduğu gibi benim de cemaatimin içinde meczûp biri vardı. Meczûp kim? Kiminin deli, kiminin velî dediği; Allah katındaki yerlerini ancak Allah’ın bildiği insanlara meczûp denir. Bir cuma günüydü. Cuma’nın ilk sünnetini kıldım. Biraz sonra çıkıp minberde hutbe okuyacağım. Arkama baktım meczûp Salih safları yararak hızla bana doğru geliyor. Bir an korktum ve ürktüm. Çünkü ne yapacağı belli olmaz. Tokat da atabilir, başka şeylerde yapabilir. Meczûp bu!” geldi ve bana:

▬ Hoca Efendi! Bugün hutbeyi ben okuyacağım!” dedi. Salih’in hutbe okuyacak hâli yok. Elifi bile tanımaz. Oğlum nasıl okuyacaksın? Okuyamazsın desem belki bağırıp çağırıp cemaatin huzurunu bozacak. O anda Cenâb-ı Allah Hoca Efendiye:

▬ Salih, bu hafta ben hazırlandım. Sen haftaya gel oku olur mu?” diye söyletir.

▬ Olur, hocam” der Salih. Kafasına yatar, çeker gider. Bir daha da gelmez. Cemaat ve Hoca Efendi de; “Salih’ten kurtulduk” diye sevinirler. Aradan iki, üç ay geçer. Bir cenâze olur mahalle halkı kabristandadırlar. Cenâze kabre konulur. Cemaat tam toprak atmaya başlar ama Salih, Hoca Efendinin yanına koşarak gelir ve:

▬ Hocam! O gün bana hutbeyi okutmadın ama bunu unuttuğumu zannetme. Bugün benden kurtulamazsın. Mezara toprak atanları durdur. Ben mevtâya bir telkin vereceğim. Onlar toprağını sonra atsın. Bilâhere sen de görevini yapıver.” der. Hoca Efendi bir an, bu cumanın hutbesine benzemez. Varsın bir telkin de versin diye düşünür ve:

▬ Tamam, olur Salih!” deyince Hoca Efendiden cesâret alarak:

▬ Duruuuun!” diyerek yüksek sesle orada bulunanları durdurarak:

▬ Ben ölüye bir telkinde bulunacağım, sonra siz toprak atmaya devam edersiniz. Bilâhere Hoca da görevini yapacak.” der. Cemaat de Salih’i bildiği için itiraz etmezler ve toprak atmayı durdururlar. Fakat merak da ederler; “Salih nasıl telkin verecek?” diye. Cenâze yakınlarının “Ne oluyor, kim bu adam?” bakışları altında, kabrin başına gelen Salih eğilir ve yüksek bir sesle mezarda yatan mevtâya:

▬ Allah’ın emirlerine uyarak amel ettiysen, Allah’a ortak koşmadın, kul hakkı, haram yemedin, yalan da söylemediysen, farzları yerine getirip, yasaklardan da kaçındıysan orada fazla telâş etmene lüzum yok!” der. Hoca Efendi ve bütün cemaat donar kalır. Salih âdeta ölüye değil yaşayan ve diri olan herkese telkin vermiştir. Salih; “Sanki dini özetler; haram yemedin yalan söylemedinse, farzları îfâ edip haramlardan kaçtınsa…” Söylediklerine daha sonra bir cümle daha ilâve eder Meczup Salih ve:

▬ Burada verdiysen orada alırsın. Burada aldıysan orada da verirsin.” diyerek telkini tamamlar. Sonra mezar başındakilere dönerek:

▬ Atın toprağını!” der ve insanların şaşkın bakışları altında mezarlıktan çıkar gider. Hoca Efendi:

▬ Kaç yıllık görevliyim, yüzlerce vaaz ettim telkin verdim. Bu kadar veciz ve güzel bir şekilde ifâde edilmiş bir nasihat görmedim!” diye anlatır.

Ataullah es-Sekenderî:

“İnsanlar senin hakkında zannettikleri şeylerden dolayı seni övüyorlar.

Ama sen ise kendin hakkında kesin bildiğin şeylerden dolayı kendini kına!” der.

Yâni; İnsanlar bizim iç yüzümüzü bilmezler. Görünen durumumuza bakar ve ona göre bizi değerlendirirler ve överler. Bu onların hüsnü zannıdır. Acaba gerçekte biz, insanların bizi övdüğü şekilde miyiz? Bu övgüleri hak ediyor muyuz? Bunlar yerini buluyor mu? Buna karar verecek olan biziz işte...

İnsanlar bizim hakkımızdaki zanna göre bizi överler. Ama biz, kendimiz hakkındaki bilgilerde kesin bilgi sahibiyiz. İnsanlar içimizi bilmez ama biz biliriz. İnsanlar niyetimizi bilmez ama biz biliriz. İnsanlar bizim kalıbımızı bilir ama biz, kalbimizi biliriz. Bundan dolayı insanların bizim hakkımızdaki zandan kaynaklanan övmeleri ile meşgul olacağımıza, şu mübârek günlerde kendi hakkımızda bildiğimiz gerçekler ile meşgul olmamız gerekmez mi? Yüce Rabbimiz Kıyâmet Sûresinin 14-15. âyeti kerimelerinde bizlere; “Her insan aslında kendi kendisinin görgü tanığıdır. İstediği kadar mâzeret sıralasın.” diye seslenmektedir.

Evet, sayılı nefesler tükendiği, başrolünü oynadığımız bu hayat filmi sona erdiği zaman, yeni bir âleme kapı açılacaktır. İşte bu ânâ kadar ne yaptıysak karşılığını eksiksiz ve noksansız alacağız. Önemli olan tekrarı olmayacak bu hayat filmini çok iyi oynamak ve yönetebilmektir…

Memleketin her köşesinde meczûplar var. Hikâyeleri de dillerden dillere destan olur dolaşır. Allah aşkıyla aklını yitirmiş kişilere bu isimle hitâp edilmektedir. Lâkin günlük yaşamda veya halk dilinde herhangi bir sebepten dolayı aklını yitirmiş insanlar için de kullanılmaktadır. Hani Erzurumlu İbrahim Hakkı ne diyordu?

“Hakkı gel sırrını eyleme zâhir,

Olmak istersen bu yolda mâhir,

Harâbat ehlini hor görme Zâkir,

Defineye Mâlik virâneler var.”

“Bildirilince bilen, yüreği de olan görüyor elbet.” Meczûpluk bir ödül müdür? Yoksa bir özür müdür bilemem. Lâkin her normal insanın meczûp anları olabildiği gibi her meczûbun da normal insan gibi yaşadığı anlar olabiliyor. Bunun yanında ne normal insan olarak ne de meczûp olarak hiçbir gerçeği göremeyen, gördüğünde de gözlerini kapayanlarımız var.

Allah bizleri kalp gözü açık olanlardan eylesin. Vesselam…

Selâm ve duâ ile…