Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye de uzun yıllar medreselerde ders kitâbı olarak okutulan “Mültekâ’l-Ebhûr = Denizlerin Buluştuğu Yer” adlı eserin yazarı İbrâhîm b. Muhammed b. İbrâhîm el-Halebî (ö. 956/1549) ile ilgili şöyle bir hâdise anlatılır. el-Halebî gençlik yıllarında, bekâr, evde tek başına ve gecenin ilerleyen saatlerinde mum ışığı altında ders çalışırken veya herhangi bir eseri mütâlâa ederken kapısı çalınır.

Kalkıp kapıyı açar, karşısında genç ve güzel bir hanımefendi vardır. Hanımefendi:

Efendi! Filânca yerden gelirken yolumu kaybettim. Bu civarda da sâdece sizin evin penceresinden dışarıya ışık yansıdığını gördüm. Ben falanca paşanın kızıyım. Eğer biliyorsanız beni evime götürünüz ya da beni evinizde misâfir ediniz. Gecenin bu karanlığında sokakta kalmaktan ve başıma bir fenâlık gelmesinden korkuyorum!” der. el-Halebî evde yalnızdır ve yalnız başına bir hanımefendiyi evine almak ve onu misâfir edip etmemekte bir müddet tereddüt geçirir. Sonra:

Buyurun!” der, hanımefendiye evde müsâit bir yer gösterir ve kendisi yeniden kitaplarının başına döner. Misâfir kız herhâlde çekinmekten olacaktır ki, gece uyuyamaz, tedirgin bir vaziyette köşesinde dinlenmekte iken, el-Halebî’nin aralıklarla masasının üzerinde yanmakta olan mumun alevine elini uzatıp bir süre beklettiğini ve geri çektiğini görür. Öyle ki, sabah olduğunda el-Halebî’nin elinin bir parmağının yanmaktan kararmış vaziyette olduğuna şâhit olur. Ama aralarında herhangi bir konuşma geçmediği için çekinir, kendisine de bir şey soramaz. Gün ağarıp aydınlanır. Misâfir kızımız izin ister, evden ayrılır ve kendi evinin yolunu tutar. Eve varınca, evde merakla bekleyen babasına başına gelenleri ve durumu anlatır. Babası merâkından olacak ki, el-Halebî’yi ziyârete gider. Kızının kendisine anlatmış olduğu bu garip hâdisenin sebep ve hikmetini merak etmektedir ve el-Halebî’den öğrenmek ister. Cengiz Numanoğlu’nun:

            “Günah sofrasından doğrulmayanın,

            Gönül sofrasında, gözü olur mu?

            Allah aşkı ile yoğrulmayanın,

            O’na naz etmeye, yüzü olur mu?” dediği gibi el-Halebî:

Efendi, ne yalan söyleyeyim, ben sağlıklı, genç bir insan ve delikanlıyım. Kızınız da genç ve güzel bir hanımefendi. Gece aralıklarla şeytan ve nefsim aklıma birtakım kötü düşünceler, vesveseler sokmaya çalıştı ve ben her defâsında elimi mumun alevinin üzerine koydum. Kendi kendime dedim ki: “Ey nefsim, bu mumun alevi, cehennemin nârıyla mukâyese edilemeyecek kadar hafif, basit ve önemsiz bir ateştir. Buna dayanabiliyor musun?” Baktım ki parmağım mumun alevine dâhi dayanamıyor, cehennemin ateşine nasıl tahammül göstersin? Dolayısıyla, nefsimin ve şeytanın beni hayâsızlığa, şerre sürüklemesine îmânım, edebim, aklım ve kalbim rızâ göstermedi, kendimi sakındırdım.” diye cevap verir. İmam Şiblî’nin rivâyet ettiği ve hadis olarak literatürümüze geçen bir nasihatte Efendimiz (s.a.v.); “Ateşe dayanabileceğin kadar günah işle.” diye bizlere tavsiyede bulunulur. Tâbir yerindeyse işlediğimiz her günah, bir bakıma vücudumuzu ateşe arz etmektir. Necip Fâzıl günâhı:

            “Sanırım, insanların her suçunda ben varım;

            Günah uzun bir kervan, tâ ucunda ben varım!” diye toplumun bütün suçunu üzerine alırken, Ziyâ Paşa ise...

            “Çok düşünüp verme cevap, Taşımayla dolmaz bu kap,

            Sana günah bana sevap, Güller suda batmaz gibi...” diyerek suçu, günâhı, hatâyı başkalarında ve başka yerlerde arayanlarla istihzâ eder.  

            Rabbimiz, inkârcıları kuşatacak olan âzaptan bahsederken; “Âyetlerimizi inkâr edenleri pek yakında korkunç bir ateşe sokacağız. Onların derileri kızarıp kavruldukça, yerlerini başka derilerle değiştireceğiz ki, azâbı hiç aralıksız tatmaya devam etsinler. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ, 56) buyurur. Bu mübârek mesajdan, Rabbimizin âzab etmekten hoşlandığı anlamını çıkarmamalıyız elbette. “Yaratan, yaşatan, rızık veren, bütün nîmetleri önümüze seren, cümle hayvanâtı emrimize musahhar kılan, bilûmum eşyâyı işlerinize âmâde kılan Benim. Karşılığında, kulluk yapmanızı istiyorum. Beni tanımanızı ve sizden beklediğim kulluk vazifelerinizi yerine getirmenizi, aksi takdirde karşılığını böyle alacağınızı bilmenizi istiyorum.” diye anlamak gerektir. Ateşe dayanmayı göze alamayacaksak eğer, korktuklarımızdan, vahşî ve yırtıcı hayvanattan kaçtığımız gibi, semâvî ve ârazî âfetlerden sakındığımız gibi haramlardan ve Allâh’ın, işlediğimiz haramlar sebebiyle bize gönderebileceği gazâbını üzerimize çekmekten son derce sakınmalıyız. (Bizi Kim Beğenecek) Şâirin:

            “Erbâb-ı aşka pîşe hemân her gün âh imiş,

            Her bir nefes ki âh ile geçmez, günâh imiş...!”

(Aşk ehli için her gün (âh!) etmek kaçınılmazdır; hattâ her nefes! Âh’sız geçen günü günah sayar onlar.) dediği gibi.

Söz uzar, kesmek gerektir yâni; “Ateşe dayanabileceğin kadar günah işle...” Vesselam...

HÂSIL-I KELÂM! “Yol Elif İse, Yön Bellidir... Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar...”

            Selâm ve duâ ile…