Delikanlı, babasını boğulmak üzere olduğu derin düşüncelerden bir cümleyle kurtarır ve ölüm sessizliği içerisindeki ortamda babasına seslenerek:
▬ Babacığım, sence bir adam bir kadını neresiyle sever? Aklıyla mı, kalbiyle mi, mantığıyla mı?” der. Oğlunun hayat çubuğu gibi uzattığı soruya tutunarak yüzeye çıkan baba, tuttuğu nefesini bir cevap olarak odanın mutsuzluktan ağırlaşan havasına bırakır ve:
▬ Hiçbiriyle, hiçbiriyle sevemez evlât. Aklıyla sevemez insan. Öyle olsaydı deliler sevemezdi, oysa en büyük âşıklar deliler değil mi? Kalbiyle de sevemez insan. Eğer kalple sevilebilseydi, kalp nakillerinde sevgi nakledilen diğer kalbe geçerdi. Mantığıyla da sevemez insan. Aşkta mantık hiç olur mu, değil mi?” der. Babasının haklı ama tatmin edici olmayan cevabına cesâretini toplayarak tekrar bir soruyla karşılık verir genç adam:
▬ Peki, o zaman bir adam bir kadını neresiyle sever baba?” dediğinde yaşlı adam, gözlerini karşı duvardaki yıllar önce kaybettiği eşinin resmine diker, derin bir nefes daha alır. Çektiği sadece bir nefes değil sanki bütün bir hayattır. Göz bezlerine yıllardır esir ettiği âsi bir gözyaşı damlası firâr eder âdetâ gözlerinden. Âsi damlanın kaçışı yaşlı adamın dudaklarının kenarında son bulur ve:
▬ Tuzluymuş!” der. Anlar, her sabah neden bu kadar çok su içtiğini. Yıllardır hapsettiği, içine akıttığı gözyaşları içini yakmıştır. Aldığı nefesi can verirmiş gibi yine bir cevap olarak salar odanın kasvetli ortamına döner ve oğluna:
▬ Ruhuyla sever evlât, ruhuyla. Akıl uçar, kalp çürür, mantık tükenir. Ama ruh hep nefes alır. Eğer ruhuyla sevebilirse bir erkek; sevgisi de sevdiği de mahşere kadar onunla kalır.” der. Mü’minler birbirini aynen böyle sevmeli, birbirine art niyet beslememelidir. Cenâb-ı Allah mü’minlerin birbirine kin beslememesi için Haşr Sûresinin 10. âyet-i kerimesinde; “Rabb’imiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde mü’minlere karşı kin bırakma.” biz kullarına böyle demelerini öğretir. Birbirimize bu şekilde duâ etmemiz lazımdır. Çünkü mü’min kardeşimiz yanımızda olmadığı zaman, ona duâ edersek bir melek de bize der ki: “Sen ona ne şekilde duâ ediyorsan, onun için ne istiyorsan aynısı sana da olsun.” Yâni biz: “Ya Rabbi! Benim mü’min kardeşimi af ve mağfiret et, onu cehennemden muhâfaza eyle.” diye duâ edersek, melek de der ki: “Allah seni de affetsin, cehennemden muhâfaza eylesin, sana da merhamet etsin.” Efendimiz (s.a.v); “Îman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi (gerçek mânâda) sevmedikçe de îman etmiş olmazsınız.”
Hayatımız boyunca birlik, berâberlik, kardeşlik sloganları atmışız. Kardeşiz demişiz. “Mü’minler ancak kardeştir.” âyetini dillendirmişiz. Kardeş olmak zor, kardeş kalabilmek daha da zor bunu hiç hesâba katmamışız. Kardeş olmuşuz, arkadaş olmuşuz, dost olduğumuzu zannetmişiz. Dostum dediğimizi yeri geldiğinde bir kalemde silivermişiz.
Dost, güvendiğimiz dağ, dertlerimizle dertlenen, sevincimizle sevinen yoldaş olmalı değil miydi? Dost, şartlar ne olursa olsun bizleri terk etmeyen, yarıda bırakmayan, kullanmayan, kullandırmayan olması gerekmez miydi?
Evet, satırlar uzar gider bu şekilde. Biz dost olduğumuzu, kardeş olduğumuzu iddia etmişiz ama gerçek mânâda birbirimizi sevmemişiz/sevememişiz. Sevgi sloganları atarken de, dostum kardeşim diye başlayan edebiyatlarımızda bile sevgi kavramını hep unutmuşuz.
Dostum dediklerimizle bir gün sonra düşman olabilmişiz. Kardeşim diye tanıttıklarımızı kısa bir süre sonra unutuvermişiz. Efendimizin (s.a.v.); “Dostunu aşırı övme mutedil ol, bir gün düşmanın olabilir. Düşmanında da mutedil ol, bir gün dostun olabilir.” sözünü unutmuşuz. Bir gün önce överek göklere çıkardıklarımızı ertesi gün işimize gelmeyince çok rahat yermişiz. Bir gün önce tanıştırırken kardeşim diye takdim ettiklerimizi, “O yaramaz adam!” diye anar olmuşuz. Dostluklarımıza, sevgiyle bakamamış, sulayamamış, yoğuramamış, şekillendirememişiz. Gözlerinin içine bakarak; “Seni seviyorum kardeşim, dostum!” diyememişiz. Her lafın başında peygamberi örnek edindiğimizi söyleyen, yazan, haykıran bizler onun sevgi çemberine dâhi yaklaşamamışız.
Peygamber (s.a.v.), mescidin kapısında bir sahabeyle otururken uzaktan geçen başka bir sahabeyi gösterir ve:
▬ Ey Allah’ın Resulü şu geçeni ben Allah için çok seviyorum.” der. Allah Resulü tebessüm ederek, mübârek elini yanındaki sahabenin sırtına koyar ve:
▬ Çok güzel. Peki, bunu ona söyledin mi?” buyurur. Sahâbe hayır mânâsına başını iki yana sallar. Allah Rasulü devam eder.
▬ Git ve bunu ona söyle!” der. Koşar sahâbe sevdiği dostuna yetişmek için, yakalar ve gözlerinin içine bakarak;
▬ Seni, Allah için çok seviyorum ey kardeşim!” der. Arkadaşı sevgiyle parlayan gözleriyle şaşkın bakar kardeşine ve:
▬ Bende seni Allah için çok seviyorum…” der ve kucaklaşarak ayrılırlar. Birkaç ay sonra Allah Resulü mescide girerken aynı sahâbeyle karşılaşır. Üzgün, bitkin ve ağlamaklıdır. Nedenini sorar:
▬ Ey Allah’ın Resulü. Geçenlerde sana gösterdiğim ve Allah için bu kardeşimi çok seviyorum dediğim kardeşim vefât etti.” der. Allah Rasulü sırtını sıvazlar bu üzgün adamın. Ve ağzından şu mübârek sözler dökülür:
▬ İyi ki ona sevdiğini söylemişsin…”
Peki, biz birbirimizi sevdiğimizi söylemek için daha neyi bekliyoruz? Tepemize bombaların yağmasını mı? Kâinâtın âfetlerle bizleri altına almasını mı? Yâ da onun için okunan sâlâ sesini mi? Onun toprakla hemhâl olmasını mı? Birbirimizi sevdiğimizi söylemek için daha neyi bekliyoruz?
Bir zoru başarıp kardeş olduk, hadi daha da zor olanı başarıp birbirimizle kardeş kalalım. Ve kardeşimize sevdiğimizi söyleyelim. Üstad Necip Fâzıl bunu ne güzel ifâde eder ve: “Sevdiğini belli et. Gizlemek başkalarına fırsat vermektir.” der.
Kardeşim dediklerimiz, sevdiklerimiz olsun. Unutmayın sevmekten yorulmaz kalp, birbirimizi Allah için sevelim. Bıkmadan, usanmadan, vazgeçmeden, karşılık beklemeden, şart koşmadan. Bu vesileyle hepinizi Allah için çok seviyorum... Vesselâm…
Selâm ve duâ ile…