Dilden dile ne hikmetler gezer değil mi? Günümüzde olduğu gibi geçmişte de evliliğe tedirginlikle yaklaşan, Efendimiz’in (s..a.v.); “Evlenen îmanının yarısını kurtarmış olur, kalan yarısında ise Allah’tan korksun!” nebevî tavsiyesini de unutarak evlenmek istemeyen, bu anlamda da kendince kaygıları olan delikanlı arkadaşıyla birlikte birkaç saatlik muhabbetin ardından bir kitabevine uğrarlar.
Kitabevinde delikanlının çok sevdiği bir dostuyla karşılaşırlar. Selâm-kelâm derken yerinde duramayan delikanlı, dostuna yaşı ilerlemiş arkadaşını işâret ederek latîfe olsun diye:
▬ Efendim, bu arkadaşım yaşı ilerlemesine rağmen hâlâ bekâr, evlenmek de istemiyor bu konuda ne dersiniz?” der. Kıymetli dostu kaşlarını çatar hafifçe, sonra:
▬ Bakın gençler size güzel bir hikâye anlatayım!” der ve sözün kapısını aralar.
Zamanında Erzurum’da bekâr ve evlenmeye hiç yanaşmayan İmam Efendi ile aynı mahallede sarhoş Selâmi diye bilinen biri de yaşar. Sarhoş Selâmi, bir sabah namazı çıkışında sallana sallana caminin kapısında dikilir ve cemaatle birlikte kapıda muhabbet eden İmam Efendiye yavaşça yaklaşır ve:
▬ Hocam, bugün seni evine kadar sırtıma alıp ben götüreceğim!” der. İmam şaşırır, itiraz eder ve:
▬ Öyle şey olur mu? Olmaz öyle şey Selâmi!” der ama Selâmi kafasına koymuştur bir defâ, illa sırtlayacak Hoca Efendiyi.
▬ Hocam, lütfen sırtıma binin, sizi evinize kadar sırtımda ben götüreceğim. Vallâhi, billâhi sırtıma almadan sizi bırakmam, kırma beni!” diye yalvarır âdeta. İmam Efendi, şaşkın bir şekilde ortada kalır. Uzun süren bir mücâdelenin ardından istemeyerekte olsa cemaatin:
▬ Kırma hocam, üzülmesin!” serzenişleri arasında sadece Selâmi’nin gönlü olsun diye:
▬ Pekî!” der İmam Efendi. Selâmi, Hoca Efendiyi sırtlar ve cemaatin tebessümlü bakışları eşliğinde eve doğru gitmeye başlarlar. Selâmi, normal yol dururken ırmağın geçtiği yola doğru sapar. İmam işkillenir ama bir şey de diyemez. Irmağa girerler birlikte, Selâmi beline kadar suyun içerisinde, hoca da sırtındadır. O sırada Selâmi durur ve hafif omuzlarını silkeleyerek:
▬ Hocam, seni suya atayım mı?” der. İmam Efendi tedirgin bir şekilde:
▬ Yaâhu Selâmi, biz seninle böyle anlaşmadık, ne yapıyorsun yürü Allah aşkına!” der. Ama Selâmi kararlıdır ve sağa sola eğilerek:
▬ Atayım mı seni ırmağa?” diye tekrarlar. İmam Efendi:
▬ Atma, etme, yapma!” derken, Selâmi devamla:
▬ Seni buradan bir şartla suya atmam hocam!” der. İmam Efendi:
▬ Söyle bakalım nedir şartın?” der. Selâmi:
▬ Hocam, ben okuma yazma bilmem, keş, hayırsız, ayyaş ve sarhoşun da biriyim. Anne ve babam da öldüler. Benden onlara bir hayır da yok. Eve gidince onların rûhlarına bir Yâsin oku, olur mu, söz mü?” der. Bu sözler karşısında şaşkınlık içerisinde kalan Hoca Efendi Yâsin okuyacağına dâir söz verir ve birlikte geçerler ırmağı. İmam Efendi eve döndüğünde açar Kur’ân’ı Kerim’i, Selâmi’nin anne ve babasının rûhu için Yâsin-i Şerîfi okur. Ardından da:
▬ Şuna bak yâ, evlâdın sarhoşu bile ne güzelmiş!” demekten kendini alamaz. Elbette hem kendine hem anlayana, anlamak isteyene… Ve bu hâdise pek ibretlik gelir kendisine, artık evlenmeye karar verir…
Hepimizin korkuları var. Kimimizin dünyevî, kimimizin uhrevî, kimimizin evlilik, kimimizin rızık. Rabbimiz, bizi “korkuyla” sınayacağını (Bakara, 155), korkularımızdan sonra emniyete kavuşturacağını (Nur, 55) ve kendisine kulluk etmemiz gerektiğini (Kureyş, 3) ifâde buyurur. Burada hayâti önemde olan soru, neyden ya da kimden ne kadar korktuğumuz sorusudur. “Yalnız benden korkun!” (Bakara, 40-41). “Eğer mü’minseniz benden korkun!” (Âl-i İmran, 175) hatırlatmaları ışığında biz de kendimize sorular soralım. Neden korkuyoruz?
Ø Korktuğumuz evlenmemek mi, yoksa sorumluluktan kaçmak mı?
Ø Korktuğumuz gerçekten evlenmemek mi? Yoksa nebevî tavsiyeye isyan bayrağı açmak mı?
Ø Korktuğumuz ölmek mi, öldükten sonra dirilmek mi?
Ø Korktuğumuz dünyadan ayrılmak mı, cennete kavuşamamak mı?
Ø Korktuğumuz aydınlık evlerimizi terk etmek mi, karanlık bir kabir mi? O kadar çok soru sorulabilir ki. Ancak hepsini özetleyebilecek olan; “Korktuğumuz ölmek mi, îmansız gitmek mi?” sorusudur. Sonsuz hayata inanan insan için cevap “ölmek” olamaz. Bu durumda da başka sorular sorma mecburiyeti doğar. Eğer cevabımız “îmansız ölmek” ise, yâni en büyük endişe ve korkumuzun Rabbimizin huzuruna îmansız gitmek olduğunu söylüyorsak bu gafleti nasıl açıklayacağız? Bedenimize mikrop, virüs, hastalık bulaşmasın diye onlarca, yüzlerce tedbir alırken -ki almalıyız- kalbimize, ruhumuza mikrop ve hastalık isâbet etmesin diye bir çaba göstermeyişimizi nasıl îzah edeceğiz. “Bir kuşluk vakti!” kadar süren ömür için binlerce hazırlığın yanında “ebedi” olan âhiret için vurdumduymazlığı ne yapacağız? Bâzen “Her şeyi biz başarabiliriz, karşılaştığımız bütün zorluklarla baş edebiliriz, kimsenin yardımına ihtiyâcımız yok!” gibi bir anlayışla hareket ediyoruz sanki. Rabbimizin rahmeti olmazsa, O’nun bizi muhâfazası olmazsa gözle görülmeyen bir mikropla bile mücâdelede âciz kalırız. Yaşarken de ölürken de; evliyken de bekârken de, korkular içindeyken de güvene kavuştuğumuz anda da Rabbimizin merhametine muhtâcız. Büyüklerimizin bir sözü var. “Hasta olan değil, vâdesi dolan ölür!” Allah’ın emâneti olan bedeni korumak için bütün tedbirleri alacağız. Sağlığın, evliliğin, âilenin bir nîmet olduğunu bilip muhâfazasına çalışacağız. “Tek bir defâ gelecek olan ölümü!” îmanla karşılamak için yapmamız gerekenleri ihmal etmeden. Öyle ki, ölüm bize gelince; selim bir kalp; haram bulaşmamış tertemiz bir beden ve mü’min bir insan bulsun. (Bizi Kim Beğenecek)
“Aşk korkuya peçedir, korku da aşka perde,
Allah’tan nasıl korkmaz, insan O’nu (cc) sever de...”
“Bir kalbim varki benim, sevdiğinden burkulur:
Kahredenden ziyâde, sevilenden korkulur...” der şâirlerin üstâdı Necip Fâzıl.
Elbette anlayana, anlamak isteyene…
HÂSIL-I KELÂM! “Ölenler Ölümü Bilmez, Ölüm Kalanların Hikâyesidir. Yol Elif İse, Yön Bellidir... Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar... Söz Meclise, Kıssa Herkese… Söz Uzar, Kesmek Gerektir Vesselâm!”
Selâm ve duâ ile…