Bir Hanımefendi; biraz fasulye biraz pilav alarak bakır bir tepsiye koyar. Üzerine patlıcan, salatalık ve birkaç tâne de kayısı ekler... Tam dışarı çıkarken babası:

Nereye gidiyorsun kızım?” diye seslenir. Kızı:

Ninem bunları şurada yaşayan kimsesiz ve yaşlı amcaya götürmemi söyledi babacığım!” diye cevap verir. Bunun üzerine babası:

Kızım öyleyse, mutfaktan birkaç tabak daha getir. Her şeyi ayrı bir tabağa koy ve tepsiyi güzelce dizayn et. Yanlarına kaşık, bıçak, çatal, peçete ve bir bardak su da bırakıver öyle götür.” der. Hanımefendi; Babasının dediklerinin hepsini yapar ve elindekileri yaşlı komşuya götürür. Döndüğünde:

Baba! Niçin böyle yapmamı istedin?” diye sorar. Babası:

Kızım, yemek ikram etmek “Mal” sadakasıdır. Bir şeyi tertipli ve düzgün vermek ise “Gönül” sadakasıdır. Birincisi insanın karnını doyurur; ikincisi ise kalbini doldurur. Birincisi, kimsesiz yaşlı amcaya, yardım isteyen dilenci hissini verir. İkincisi, yakın bir dost, iyi bir misâfir olduğu hissini verir.” diye cevap verir ve devam eder:

Maldan vermek ile gönülden vermek arasında büyük bir fark vardır. Gönülden olanın hem Allah katında hem de insanlar yanında değeri çok ama çok daha büyüktür.” dedikten sonra biraz durur ve kızının gözlerinin içine bakarak sözlerini; komşusunu unutan ve kendini medeni zanneden ama medeniyetten yoksun 21. yüzyıl insanına:

Bak yavrucuğum. Yapacağımız ikramlar, sevgi ve iyilikle birlikte olsun. Sakın aşağılayıcı ve küçük düşürücü olmasın.” anlasın dercesine sözlerini tamamlar Rabbimizin Bakara Sûresinin 264. Âyeti kerîmesinde; “Ey îman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek sûretiyle boşa çıkarmayın. O kimsenin misâli, üzerinde toprak bulunan düzgün ve yalçın bir kayadır; kayanın üzerine şiddetli bir yağmur yağmış, onu çıplak halde bırakmıştır. Bu gibilerin kazandıkları hiçbir şeyden istifâdeleri olmaz ve Allah, inkârcı topluluğa hidâyet vermez.” buyurduğu gibi. İşte bizim komşuluk ve medeniyet anlayışımız böyle insanın aklını başından alacak bir nitelikte idi.

Büyük şehirlerde apartmanlarda yaşıyoruz. Belki eskiden köyün tamamında yaşayan nüfus oranı, hatta onun birkaç katı aynı apartmanlarda oturuyor olabiliyoruz. Aynı sitenin içerisinde, onlarca âile ile birlikte yaşadığımız olabiliyor. Hatta çoğunluk bölgelerde böyle bir hayat tarzı sürdürüyoruz. Yeni, çağdaş hayat tarzımızla berâber, komşuluk ilişkilerimizde de maalesef, yukarıda anlatılan samîmiyet, geçmişteki birbirilerimizin meseleleriyle, kederleriyle karşılıklı dertlenme, sevinçleriyle sevinme, neşelenme gibi güzellikler yok denecek kadar azaldı. Birbirilerimizin ihtiyâcına yeteri kadar koşmuyoruz. Bu ilişkilerimizin zayıflamaması için, apartmanlarda da site hâlinde yaşadığımız mekânlarda da ciddî bir gayrete, silkinmeye ihtiyacımız var. Her hâlükârda apartman yöneticileriyle, komşularımızla konuşup toplantı yaptığımız esnâda, ayda, on beş günde ya da haftada bir, müsâit mekânlarda bir araya gelme, sohbet meclisleri kurma, eşimizin, dostumuzun, konu komşumuzun dertleriyle dertlenip hemhâl olma gibi bir çabamız olmalıdır. Bâzen yıllarca oturduğumuz aynı apartmanda, birbirimizle tanışıp selamlaşmadan, komşumuzun, arkadaşımızın ismini dâhi öğrenmeyi merak etmeden ayrıldığımız oluyor ki, bu çok sağlıklı bir yaşayış biçimi değildir. “Komşu komşunun külüne muhtaç.” der atalarımız. Hz. Peygamber (s.a.v.); “Cebrâil (a.s.) bana komşuyu o kadar çok tavsiye etti ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” buyuruyor. “Vallâhi lâ yu’min! Vallâhi lâ yu’min! (Vallâhi iman etmiş olmaz, vallâhi iman etmiş olmaz). ‘Kim Yâ Rasûlallâh?’ diye sorulunca da; “Komşusu şerrinden, kötülüğünden emin olmayan kimse!” buyuran da rahmet ve merhamet Peygamberi Efendimiz (s.a.v.)’dir. Elbette, apartman usulü bir hayat tarzı sürdürürken birbirimizi rahatsız etmemeye özen gösterecek ama bunun yanında da komşuluk ilişkilerimizi geliştireceğiz. Birbirimizin hâlinden haberdâr olacak, birbirimizin derdiyle dertlenecek, bâzen aynı apartman içerisinde belki aç olarak sabahlayan bir komşumuz oluyor da ondan haberimiz olmuyorsa oturup bu davranışımızın muhâsebesini yapacak, kendi hâlimize, duyarsızlığımıza, ilgisiz ve yardımsız kalışımıza isyân edeceğiz. Çünkü biz; “Komşusu aç iken, kendisi tok yatan bizden değildir.” diyen bir Rasûl’ün ümmetiyiz.! Yeni oturma düzenimizde yeni sâkinlerimizle berâber, yeni komşularımızla birlikte ama eski güzel ve özenilecek komşuluk ilişkilerini canlandırmanın gayreti içerisinde olmak, yıkıcı değil yapıcı, bütünleştirici olmak hepimizin vazgeçilmez bir görevi olmalıdır. Yine söz ve öz sultanı, “canlı, yürüyen Kur’an” diye Hz. Aişe vâlidemizin tavsif ettiği Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz; “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Ey Allâh’ın kulları! Kardeşler olunuz!” düstûrunu hatırlamak ve üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmek borcunda olduğumuzu unutmamalıyız. Allah kalplerimizi, komşuluğa, kardeşliğe, iyiliğe, sevgiye ve muhabbete açsın. (Bizi Kim Beğenecek) Necip Fazıl günümüz komşuluğunu:

Ölçülü uzaklıkta, yakın berâberlikler...

Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;

Komşuluk, mânâ ve ruh, ne varsa heder oldu;

Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden;

Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden...

Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge;

Vuran kimse kalmadı bu dâvâyı mihenge...” diye tarif ederken beyitlerinde; Cengiz Numanoğlu ise:

“Komşu kapısını, usulca vurdum,

Aç mıdır, tok mudur, gizlice sordum,

İki lokmam vardı, birini verdim,

Rızânı almaya, Sana yöneldim.” diye tamamlar beyitlerinde Vesselam...

            HÂSIL-I KELÂM! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .”

            Selâm ve duâ ile…