Abbâsiler zamanında Bermekîler diye bir kabile vardır. Abbâsi sarayında o kadar güçlenirler ki, sarayın bahçıvanından vezirine kadar hep Bermekîdir. Hârûn Reşit, Bermekî olan veziriyle birlikte sarayın bahçesinde gezerken hoşuna giden bir meyveyi dalından koparmak ister. Hârûn Reşit, çok şişman ve kısa biri olduğundan eliyle de meyveye yetişmeyince vezirine:

▬ Omzuma çık o meyveyi koparıver bana!” diyerek veziri omzuna çıkarır. Vezir zayıf, Hârûn Reşit çok şişman! Bunun üzerine vezir, sultanın omzuna çıkar ve koparır meyveyi. Halife alır yer ve çok hoşuna gider de:

▬ Bana, bahçıvanı çağırın onu ödüllendireceğim!” der. Bahçıvan gelir:

▬ Dile benden ne dilersen?” der Halife. Bahçıvan:                                 

▬ Sultanım! Benim Bermekî olmadığıma dâir bir belge verirseniz kâfidir.” der. Buna şaşıran Hârûn Reşit, Bahçıvan’a:                                            

▬ Herkes Bermekî olduğuna dâir şecere uydururken sen benden Bermekî olmadığına dâir bir belge istiyorsun; Bermekî olmaktan kaçıyorsun ki Bermekîsin!” der ama belgeyi almakta ısrarcı olan bahçıvan:                            

▬ Öyle olsa da bana sordunuz ben bu belgeyi istiyorum Efendim. Başka bir isteğim yok.” der ve alır halifeden belgesini.

Yıllar sonra Hârûn Reşit, Bermekîlerin sarayı ele geçirdiğini ve onu devre dışı bıraktıklarını, inisiyatifini ele geçirdiklerini fark edince Bermekîlerin kılıçtan geçirilmesini emreder. Sıra bahçıvana gelince Bermekî olmadığını belgeleyen sultan imzalı kâğıdı çıkarır ve:

▬ Ben, Bermekî değilim!” der. Operasyonunun sonunda Hârûn Reşit, emrinin yerine getirilip getirilmediğini sorduğunda vezir:                                                 

▬ Sadece bir adam var. Elinde de sizin imzaladığınız bir kâğıt var. Ben Bermekî değilim diyor efendim.” der. Sultan:                     

▬ Hatırladım onu, çağırın yanıma gelsin.” der. Bahçıvan huzura getirildiğinde Hârûn Reşit:                                

▬ Sen, nereden anladın bugünün geleceğini?” der. Bahçıvan, şu mânidar yanıtı verir:

▬ Hani, o elmayı koparmak isterken vezir sizin omzuna bastı ya sultanım, işte o zaman dedim ki eyvââh! Bizim sonumuz geldi!” Hârûn Reşit araya girer ve:                                                                                                                    

▬ Ama vezire ben dedim omzuma bas diye!” dese de bahçıvan:                                                                                 ▬ Fark etmez efendim, sultan olarak siz diyebilirsiniz ki, sizin ki âlicenaplıktır, onunki ise şımarıklıktır. Vezirin beni çağırıp benden istemesi gerekirdi. Bir adam sultanının omzuna basacak kadar cüretkâr olduysa bunun sonu felâkettir.” karşılığını verir sultana.

Bilgi sahibi olma ya da bilgelik, elbette kitapları ezberlemek veya beyine yüklemek ya da basın-yayın organlarında konuşmak, yazmak değildir. Gerçek bilgelik, bilgiyi kullanabilme yeteneğine sâhip olmaktır. Bilgiyi, yaşanan hayata uygulamak, söz ve davranış olarak bir senteze ulaştırabilmektir. “İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?”  (2/44). “Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri ne diye söyler durursunuz?” meâlindeki âyet-i kerîmeler bu anlamda insana belirli bir davranış kriteri sunmaktadır.

Günümüz global dünyasında bilgiye ulaşmak için öyle büyük emekler sarf etme problemi yoktur. Teknolojinin sunduğu iletişim araçları sayesinde artık insanoğlu her an her türlü bilgiye bir düğmeye basma kolaylığında ulaşabilmekte, mahalle marketinin gazete reyonundan, dünyanın dört bir yanında olup-biten her türlü aktüel haberi alabilmekte, bir taraftan evinde çayını yudumlarken anında dünyada olup bitenleri seyredebilmektedir. Öyle ise, günümüzdeki problem bilgiye ulaşma değil, onu sentezleyerek yaşanan hayata aktarabilme, yerküre adına bir anlam kazandıra bilme problemidir.

Mes’ûliyet duygusundan yoksun insanların hayat anlayışı ve topluma bakışlarını da Kur’an bize şöyle anlatır: “İşbaşına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah, bozgunculuğu sevmez.” (2/205). Âyet-i kerîmenin, sözüyle davranışları birbirini tutmayan münâfıklar hakkında nâzil olması, Müslümanlar açısından konuyu daha da önemli hâle getirmektedir.

İyi, güzel ve doğru olanı gerçekleştirmek, ancak onu tanımakla mümkündür. Bunun yolu da hiç şüphesiz “Eğitim” kavramı içerisinde tanımlanan bir dizi uygulamanın içerisinden geçmektedir. Öğretim, eğitim içerisinde önemli bir aşamayı oluşturur, ancak tek başına yeterli olması mümkün değildir. Eğitim bir süreçtir. Hayâtın çeşitli dilimlerinde tefekkür, algılama ve bakış açısının zenginleşmesine paralel olarak iç dünyaya yönelik olgunluğun, söz ve davranış, -ahlâk- olgunluğu şeklinde yansımalarını görmek mümkündür. İşte, insanı bayağılıktan, sıradan olmaktan, şımarıklık, serkeşlik, kibir ve gururdan, bencillikten kurtararak evrensel insanî-ahlakî değerlere sahip, “Yaratıcı Kudret” karşısındaki konumunun bilincinde, eşyâ ve hâdiselere nazar eden bilge insan modelini oluşturabilmenin yolu. Cehâlet ise, bu süreci tersine çeviren, insanlık adına en korkunç felâkettir ki, Kur’ân-ı Kerim’de insanlık tarihinin çeşitli, kesitleri dile getirilerek acı sonlarına dikkat çekilmiş, insan mantık ve vicdânına yol gösterilmiştir.

Maddi hayatın geçici zevklerini gerçek zannedip kendini ilah zannedecek kadar ileri giden insan örneklerini Kur’an bize haber veriyor. Firavun, Kârun, Sebe Kavmi, Semûd Kavmi ve daha niceleri cehâletin zifiri karanlığında dünya hayatının geçici pırıltılarına çabucak kanmışlar, felaketlerin en büyüğünü yaşamak sûretiyle de bu büyük yanlışlığın sonuçlarına katlanmak zorunda kalmışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’den insana bahşedilen nimetlerle ilgili yüzlerce âyet-i kerime meâli vermek mümkündür. Nihâyet Cenâb-ı Hakk, yine Kur’ân-ı Kerim’de;, “Allah’ın verdiği nimetleri sayacak olsanız bitiremezsiniz, doğrusu Allah bağışlar merhamet eder.” (Nahl. 18) buyurarak âdeta son noktayı koymuştur.

Kendisi bu kadar büyük ve sınırsız nimetlerle taltif edilen bir varlığın câhil olması, yaşadığı değerin ve kendisine verilen önemin farkında olmaması, diğer taraftan bilgi ve yeteneğini insan, toplum ve varlık zararına kullanması düşünülemez. Kâinatı çepeçevre kuşatan muazzam, mükemmel varlık ve hâdiseleri, Cenâb-ı Hakk’ın muhteşem birer sanat eseri olarak anlamlandıran insanın, yine yaratıcının hoşnut olmayacağı bir hayat ve varlık anlayışına sâhip olması, en büyük çelişkiyi oluşturacaktır. Bu durum ise, bilginin ve bilen insanın değil, cehâletin, câhil insanın vasfı olsa gerektir. Cengiz Numanoğlu:

“Gösteriş düşkünü, süzme cehâlet; İslâmı etse de, servete âlet,

Üzülme... Bu riyâ postunu elbet, Kullar görmese de, Mevlâ görür ya.” der ve başka bir beytinde de reçetesini açıklayarak şöyle;

“EY CEHÂLET ! Gördüm ki; gerçek yüzün kapkara,

Ortak olmuşsun nice küresel tuzaklara.

Allah şâhit ki seni, Kur’ân’la vuracağım;

Her yerde ve her zaman, karşında duracağım.” der Vesselam...

HÂSIL-I KELÂM! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .”

            Selâm ve duâ ile…