Sürekli hayatından mutsuz olan Sultan, vezîrini huzuruna çağırarak:

Dünyalık her şeyim olmasına rağmen, o kadar varlığın içerisinde huzursuz ve ve mutsuzum. Bana hizmet eden hizmetçimin hayatta bizden daha mutlu olduğunu görüyorum. Acaba sebebi ne ola ki? Hâlbuki onun bana göre dünyevî hiçbir şeyi yok. Ben ise Sultan olarak bu kadar varlık sahibiyim ama onun kadar huzurum ve keyfim yok... Bu nasıl oluyor vezir anlamıyorum?” der. Vezir durumun farkında bir ifâdeyle:

Sultanım! Çok kolay. Siz ona 99 kuralını uygulayın anlarsınız o zaman!” der. Kral:

99 kuralı nedir ki?” der. Vezir:

Efendim! Gece bir torbaya 99 altın koyup kapısına bırakalım ve üzerine de ‘Bu 100 altın sana hediyedir!’ yazıp sonra kapısını çalalım ve yaşanacakları birlikte izleyelim...” der. Padişah vezirin tavsiyesine uyarak o gece hizmetçinin evinin önüne; “Bu 100 altın sana hediyedir!” yazılı altın kesesini bıraktırır...

            Hizmetçi kapıyı açar, sağına ve soluna bakar üzerinde; “Bu 100 altın sana hediyedir!” yazılı keseyi görür ve alır. Heyecanla altınları sayar lâkin bir tâne altının eksik olduğunu görünce “Gâliba dışarıda bir yere düştü!” diyerek kendisi, sonra da çoluk çocuk olmayan kayıp altını aramaya koyulurlar. Gece boyunca olmayan altını ararlar, bakmadıkları sokak yoktur. Hatta boş arâziler ve sokaklardaki eşyâların bile altlarına bakarlar. Ama nâfile... Eksik altını bulamadıkça sinirlenen baba, çocuklarını azarlar hatta bir ara onlara saldırır hâle gelir... Günlerini o bir altının nerede düştüğünü hesaplamakla geçirirler.

Ertesi gün olur; sabah, hizmetçi kederli, sıkıntılı, üzgün, morali bozuk ve düşüncelidir. Çünkü bütün gece uyumamış kayıp altını aramıştır. Suratı asık, keyifsiz, her hâlinden şikâyetçi bir tavırla sultanın huzuruna girer.

Böylece Sultan da  99 kuralının anlamını öğrenmiş olur...

Sultan, kendi mutsuzluğunu ve huzursuzluğunu düşünür. Boş yere üzüldüğünü, şükredecek o kadar güzelliğin içinde eksik kalanların peşine düştüğü ömrüne yanar da yanar. Döner vezirine:

Neden bunu daha önce söylemedin? Keşke bunu daha önce söyleseydin de bu mutluluğu daha önce yakalasaydım.” dediğinde, vezir tebessümle:

Aman Sultanım, şimdi de geçmiş zamanın derdine düşmeyin, bu güzel îzâhı nimetten sayın, var olanların keyfini çıkararak mutlulukla beslenmeye devam edin.” der.

Hayatta aynen böyle değil midir? Çoğu zaman Allah’ın bize ihsân ettiği 99 nimetini unutur, sonra da hayatımızı o kayıp bir nîmeti aramakla geçiririz. Tıpkı Rabbimizin 99 âyeti kerîmede rızkımıza kefil olup, şeytanın bir âyette geçen vesvesesine aldandığımız gibi... Hâlbuki o nimet, bilmediğimiz bir hikmetten dolayı bize gelmemiştir, belki bir imtihandır, belki daha iyisi gelecek, belki âhirette verilecek, bilinmez... Mevlânâ: “Allah kulun duâsına üç şekilde cevap verir; ‘Evet’ der, istediğini verir.. ‘Hayır’ der, daha iyisini verir.. ‘Bekle’ der ve en iyisini verir...” der.

            Belki de Allah, o bir nimeti bize hayır getirmeyeceği için bizden esirgemiştir ya da verdiği 99 nimetin içinde gizlemiştir. Ama insanoğlu dâima eksik olanın tamamlanması gerektiğine inandığı ve bunu aklından çıkarmadığı müddetçe, ne eksik tamamlanabilir ne de 99’un kıymeti bilinir.

            Kendi hayatımızda sürekli eksikleri düşünüp, hayatı, mutluluğu, sevdiklerimizi kaybetmeyelim. Biliyorum bu çok zor. Maddi yetersizlik, gelecek kaygısı, mânevi eksiklikler, sağlık durumları derken herkesin mutlaka eksik bir yanı var. Ama şunu asla unutmayın! Bu dünyada kimi zengin olduğu için mutsuz, kimi güzel olduğu için huzursuz. Kimisinin çocuğu var mutsuz, kimisinin çocuğu olmuyor umutsuz. Bu böyle uzayıp gider.

            Ama biz insanoğlu var olan 99 nimeti görmez, olmayan o bir şeyin peşine düşeriz.

Sonra bulamayınca da kendimizi mutsuz, huzursuz, keyifsiz hisseder mevcut nîmetleri unutur ve yok sayarız. Ne dersiniz? Doksan dokuz nimetin tadını çıkarmayalım mı? Çıkaralım çünkü şükür, nimeti ziyâdeleştirir bunu unutmayalım...

Yaralayan da, dağlayan da, yaraya kabuk bağlatan da Yüce Mevlâdır. Biz her dâim bir şeylerle imtihandayız. Ama bunu aşacak gücü de veren sana yine O’ (cc) dur. Sabredecek ve şükredecek sebepleri de imtihanın yanında bize veren yine O’dur (cc).

Sâhip olamadıklarımıza takılıp kalmadan, “Kulum benden ne istersin?” diyen bir Rabbimizin varlığını aklımızdan çıkarmamalıyız. Mevânâ’nın; “Rabbine dönüp, “Benim büyük derdim var!” deme, derdine dönüp “Benim ne büyük bir Rabbim var!” de.” dediği gibi. Duâ bizim en büyük silahımız, en büyük gücümüzdür.

Şems-i Tebrîzi: “Şükür etmedikten sonra dünyaları yesen ne fayda! Şükürle başladıktan sonra bir kuru ekmek yetmez mi dünyalara…” der.

Yavuz Sultan Selim Han, Şâir Vehbi’yi yanlışlıkla üzüp, yanından uzaklaştırır. Daha sonra arar ama bulamaz. Bulmak için aşağıdaki beyti yazar:

“Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir?” der. Vehbi’de:

“Ezelden gam türâbıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.”

Gelen gider, giden gelmez; iki kapılı handır bu.

Sakın insâfı terk etme, Makâm-ı İmtihandır bu.” diye cevap verir Sultan Yavuz’a:

İşte bütün sıkıntılarımızın nedeni de bu şükürsüzlük ve Allah’ın verdiğine râzı olmayı, azla yetinmeyi ve azla mutlu olmayı bilemeyişimizdir. Böyle bir kalp, Allah’tan uzaktır. Allah’tan uzak kalp de elbette huzursuz, gamlı ve kasvetli olup mutsuz olacaktır.

Üstad Necip Fazıl böyle şükürsüz insanlara:

“Gam yeme çıkmak var yolun düzüne, Şükür !

Tükür bu hayatın irin yüzüne, Tükür!” der.

Şükür, nimeti değil nimeti vereni görmektir. Vesselam...

            HÂSIL-I KELÂM! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .”

            Selâm ve duâ ile…