Yaşamayı ciddiye alıyor muyuz? Hayatın içinde çok önemli şeyler olduğunu biliyor muyuz? Yoksa otomatiğe bağladığımız bir hayatı mı yaşıyoruz?
Sürekli bir yarış halindeyiz. Hep bir yerlere yetişmek gibi bir telaşımız, koşturmalarımız var. Yavaşlayınca kaybederim korkusu var. Fakat gerçekte olanı, görmemiz gerekeni göremiyoruz ve hayatın uzun anlamlı bir yolculuk olduğunu da unutuyoruz. Ne yazık ki çoğu insan da birçok şeyin farkına varamadan, özünü keşfedemeden bu dünyadan göçüp gidiyor.
Kapitalist dünya da hızlı yaşıyor, hızlı tüketiyor ve ne yaparsak yapalım anlamsız bir hızda yapıyoruz. İnsanlar arasında sürekli bir rekabet var. Sadece tüketmeyi düşünüyor, elimizde ki ile yetinmeyi bilmiyoruz. İhtiyacımıza göre almıyoruz. Daha çok tükettikçe daha mutlu olacak, daha ileri gidecekmiş gibi bir algı içinde, yaşadığı hayatın, belki de kaçırdığı hayatın farkında dahi olmayan milyonlar var. Tüketim çılgınlığı geleneksel toplumların dahi alışkanlıkları değiştirdi. İnsani ilişkilerin yerini giderek nesnelerle ilişkiye bıraktığı bir dünya düzeni oluştu. Yaşadığımız duyguları yüzelsey yaşayıp geçiyor, yüzeysel ilişkiler kuruyoruz. Bu konularda ki en büyük etki ise teknolojinin kitlesel iletişimde kullanılış şeklinden kaynaklanmaktadır.
Anı olması gerektiği gibi yaşamıyoruz. Çünkü gerçeklerden kaçarak yaşıyoruz. Biliyoruz, farkındayız fakat itiraf edemiyor, yüzleşmekten korkuyor ve hiçbir şekilde sorgulamıyoruz. Kaplumbağa gibi olmak lazım, Aheste aheste ilerlemek lazım hayat denilen bu yolda. Yavaşlasak anı yaşasak kendimizi, özümüzü keşfetsek, kendimizle bir bağ kursak çok daha farklı olacak, kim bilir belki de herkes tek tek kendi mucizesini keşfedecek.
Nazım Hikmet RAN ‘ın “yaşamaya dair” isimli şiirinin aşağıdaki mısraları yaşamı kısaca özetlemiş;
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.