Ömür… Bir çığlık ve ilk nefesle başlayan, son nefesle biten yeryüzündeki yolculuğumuz. Beyhude değildi çıktığımız bu yolculuk, sebepsiz de değildi. Bu yol ki “Hangimizin daha güzel işler yapacağını sınamak için” var olduğunu buyuruyordu Yüce Yaratıcı kitabında.
İnsan ancak sınandıkça yol alabilirdi çıktığı bu menzilde. Ve varlığını anlamlandırabilirdi. Hâlbuki varlığın özü muhabbetti. Mükerrem kılınmaktı. Emâneti üstlenmekti.
Kolay değildi elbet dağlara taşlara teklif edilen emâneti yüklenmek. Emânet, omuzlarda ağırlık, kalpte ağrı hissetmekti. Her ne varsa insanda ödünçtü. Günü geldiğinde emâneti sâhibine hakkıyla teslim edebilmekti.
“Uzun yola çıkmaya hüküm giyen” insanın, yola revan olmasıyla başlamıştı zihnindeki sorular, sorgulamalar… Ben kimim? Nereye yolculuğum? İbrahim ki henüz bir çocukken çıktığı hakîkati arama yolculuğunda yıldızlarda, ayda, güneşte dengeyi, düzeni uyumu fark etmişti. Seyrettiği gökyüzünde tüm bunlardan münezzeh Rabbinin varlığına şâhitlik etmişti.
İlk emir “Oku”! Okuyabilene sözü vardı dünyanın. Dağların dikilişinden, yeryüzünün yayılışından, göğün kandillerle donatılışından, her şeyin çift yaratılışından, tüm mahlûkatın O’nu tespih edişinden. Bilmediğimiz bir gerçek vardı ki bu âlem okuduklarımızdan gördüklerimizden ziyâdeydi. Hiç bir şey tesâdüf değildi kâinatta. Başıboş hiç değildi.
İnsan da dünya hayatında başıboş bırakılmamıştı. Ona rehberlik edecek, kitap ve elçiler gönderilmişti. Kimliğini bulma sürecinde kendisine kılavuzluk edeceklerdi. Zîrâ kimliğini kaybeden yolunu kaybederdi. Ancak sahih bir bilgiyle îman ve sağlam bir kişilik inşâ edilirdi. Ciddi zorlukları vardı elbet kendini aramanın, kimliğini bulmanın. Fıtrat üzere kalmayı başarabilmenin. Zîrâ insanın bir yanı aydınlık, diğer yanı karanlıktı. Bir kapısı hayra açık, bir kapısı şerre açıktı. Hataya da sevâba da meyyaldi. Oysa bu zıtlık onun suçu değil, mâhiyetiydi. Bu ikilik arasında özgür irâdesiyle seçim hakkı verilendi. Seçimleriyle hayatına yön verendi. Ve ilk tercihi yürüyeceği “yol”u belirlemesiydi.
Her yol yürünmeli miydi? Yola çıkmaya değmeliydi. Yolun sonu hüsrâna değil, kurtuluşa erdirmeliydi.
Menzile ancak hakîki bilgiyle varılırdı. Yanlış bilgiye dayanarak doğru bulunmazdı. Yalnız sahih bilgi, sahih inancı, doğru davranışı getirir ve hakîkate ulaştırırdı.
İkinci emrin “Kalk” buyruğu boşa değildi elbet. Okuduklarınla, öğrendiklerin ile harekete geç, sorumluluk al, yürüdüğün hak yolda sebat ile devam et, istikâmetten ayrılma!
İstikâmet, doğru ve mutedil üzere yaşamaktı. Her türlü aşırılıktan kaçınmaktı. Ruhlar âleminde verdiğimiz söze sebat etmekti. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” buyruğu gereği özü ve sözü bir olmaktı. Allah’a ortak koşmamak, ana babaya iyilik etmekti. Kötülük ve iffetsizlikten uzak durmaktı. Hayata saygılı olmaktı. Tüm mahlûkata adâletle, merhametle, iyilikle muâmele etmekti. Bir başkasının acısına sağır kalmamaktı. İşte bu Yüce Yaratıcının kullarına gösterdiği dosdoğru yoldu.
Yol almak rehber ister, ayna isterdi. Yürüdüğümüz menzilde yorulduğumuz anda omuz verecek dostlar arkadaşlar gerekti. Kim olmalıydı bu hayırlı arkadaşlar? “Kendisini gördüğünüzde hâliyle size Allah’ı hatırlatan, konuştuğunda ilminizi artıran ve yaptığı amellerle sizi ahirete yönlendiren kişiydi.” Ve uyarıyordu Kutlu Elçi “Kişi dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin” diyerek.
Zordu istikâmet üzere kalabilmek. Zîrâ sırât-ı müstakim üzere oturan ve insanları saptırmaya ahdeden bir düşmanı vardı. Sağdan, soldan, önden, arkadan, yâni her cihetten, her lisandan bir yol bularak ona yaklaşandı. Bâzen ümit veren, bâzen korku salandı. İyilikle olmazsa, kötülükle, nefretle kandırandı. İnsanın tüm zaaflarını bilendi. Onu doğru yoldan caydırandı. Merhamet sahibi Rabbinden uzaklaştırandı. Kibri ve isyanı neticesinde huzurdan kovulandı. Şeytandı. Şüphesiz ki onun tüm bu sınırsız şerrinden korunanlar vardı. Onlar ki temiz ve samimi olanlar yâni muhlis kullardı.
Şüphesiz ki her zorluğun bir kolaylığı vardı. “Bizi sırât-ı müstakime ilet!” duâsıyla mü’min kullara bunun yolu gösterilmişti.
Âdemoğlu zayıflığını aşabildiği anda meleklerden de üstündü, kıymetliydi. Ona bahşedilen irâdenin içinde gayret ve niyet vardı. Ve insana ancak çalıştığının, bedeli verilecekti. Kuşkusuz kim zerre kadar iyilik ve kötülük yaparsa elbette karşılığını görecekti.
Bâzen unuturuz menzilimizi, kaybederiz istikâmetimizi. Düşüveririz hakîkati perdeleyen gölgelerin ardına. Onlar ki işgal eder, zihnimizi, kalbimizi. Esiri oluruz, arzularımızın sanrılarımızın, beklentilerimizin… Darlanır, bunalır ruhumuz bitmek bilmeyen heveslerimizin ardından. Oysa kalp ancak Yüce Yaratıcıyı andığında huzura ererdi. Kul Rabbini andığında, Rabbi de onu anardı.
Ve Yaratan’la yaratılan arasında bir nefes ilişkisi. Şah damarı kadar yakınsa Yaratan, yaratılan da bir nefes kadar yakındı, Yaratanına.
Nerede olursak olalım aslında hep aynı yerdeydik. Huzurdaydık. Unutmuştuk her şeyi bilen ve gören Yüce Rabbimizin varlığını. Hâlbuki O’nu hatırlamak, varlığımızı hatırlamaktı. Kendimizin farkına varmaktı. O’nu bilmek kendimizi bilmekti.
Ve doludizgin yaşarken hayatı, hissetmeyiz hızla akıp geçen zamanı. Oysa hayat ilk ve son nefes arasındaki andı. Çıkılan bu yolculuğu anlamlı kılan Allah’a îmandı. Kim ki hayırda ve iyilikte yarıştıysa imtihanı kazanandı. Ve menzilin sonunda hakîkati bulandı.
Son nefes… Kul Rabbinden râzı, Rabbi de ondan râzı olunandı.
“Allah’ım! Yol boyunca bırakma elimi düşerim sonra.”
Selâm ve duâ ile…