SÜNNET AKÇESİ!

Sultan Abdülmecid zamanında adamın birinin yüklü miktarda borcu vardır. Ödeme yapmak için elini neye atsa işleri hep ters gider. Zeyrek civârında, namaz vakti bu sıkıntıyla evine yakın küçük bir mescide gider. Namazdan sonra Hoca Efendi, bu yabancıyı yanına çağırır ve hâlini sorar. O da boynu bükük:

▬ Hoca Efendi! Gırtlağa kadar borç içerisindeyim, neye elimi atsam kuruyor. Ne olur bana bir çıkar yol gösterin!” der. Adamın hâline üzülen Hoca Efendi:

Evlâdım, sabah namazını 40 gün Yenicami’de kıl. Camiye gidip gelirken de 1000 adet istiğfar oku. Göreceksin, kırkıncı gün ne sıkıntın kalacak ne bir ihtiyacın...” der.

Adam ertesi sabah başlar. Tam 39 gün sabah erkenden Yenicami’ye namaza gider. Kırkıncı gün sabah ezânı okunurken uyanır, fakat Yenicami’ye nasıl yetişecek?

Eyvaah. Bunu da mı berceremeyeceğim?” telâşıyla fırlar yatağından abdestini alır, giyinir koşa koşa çıkar sokağa. Koşturmaca esnasında biriyle çarpışır. Başındaki fesi yere düşer. Adamın gözünün bir şeyi gördüğü yoktur. Karanlıkta kapar yerden fesi, koşar câmiye. Ucu ucuna yetişir. Namazdan sonra da heyecanla, aşr-ı şerîfi de beklemeden çıkar avlunun kapısının önüne oturur ve kendine kendine:

▬ Zorda olsa 40 gün namazı tamamladık. Bakalım denilen olacak ve ben rahatlayacak mıyım?” diye düşünmeye başlar. Biraz sonra camiden çıkan insanlar büyük bir memnuniyet ifâdesiyle bu adamcağızın önüne şâir Numanoğlu’nun;

“Varsın, hak kapını kimse çalmasın,

Dost bildiklerinde, vefâ kalmasın,

Varsın, selâmını kimse almasın;

Olmaz bir zerresi, Mîzan’da heder,

Verdiğini, Allah için ver yeter…” diye dile getirdiği gibi çil çil altınlar atmaya başlarlar. Adam şaşkındır. Altınları toplar, sayar, tam ihtiyacına yetecek kadar çıkar. Yerinden kalkmaya hazırlanırken yanına Müezzin Efendi sokulur ve tebessümle:

▬ Beybaba! Allah Müslümanlığını kabul eylesin. Hak Dini seçmişin. Sünnetliğini de almışın. Ancak bundan sonra bu başındakiyle namaza gelme. Başına güzel bir fes giyiver.” der. Adamcağız elini başına atar ki... Bir de ne görsün? Başında papaz külâhı var.

Meğer namaza koştururken çarptığı kişi bir papazdır. O esnada ikisinin de başındaki düşer. Bizimki kırkıncı sabahın hayâliyle acele ettiğinden, yerden eline geçirdiği papazın külâhını kapar yerden. Cami cemaati de o adamcağızın başına bakıp bir papazın Müslüman olduğunu zanneder. O devrin âdeti, yeni Müslüman olanlara teşvik için altın verilir ve buna “Sünnet Akçesi” denir. Nasıl bir medeniyetin çocuğu olduğumuzu yukarıdaki hikâyeye bakarak bir daha düşünmeli ve geçmişimizi asla unutmamalı ve geçmişimizden utanmamalıyız. Çünkü;

Âl-i İmrân Sûresinin 160. âyeti kerîmesinde yüce Mevlâ; “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler.” buyurmak sûretiyle yukarıdaki hâdiseyi en güzel şekliyle anlatır biz anlayana anlamak isteyenlere.

150. âyette buyurulduğu üzere mü’minlerin yardımcısı yüce Allah’tır ve O, en iyi yardımcıdır. O, dostlarını ve sevdiği kullarını korur, gözetir ve onlara yardım eder. Nitekim Bedir Savaşı’nda melekleriyle müminlere yardım etmiş ve onları düşmanlarına galip getirmişti. Uhud Savaşı’nda da müminler tamamen imha edilmekten Allah’ın yardımıyla kurtulmuşlardır. Allah’ın dostluğunu ve yardımını kazanmış olan kimse başkalarının yardımına muhtaç olmaz. O’nun yardımının tecelli ettiği yerde mağlûbiyet yoktur; yardımsız bıraktıkları ise iflâh olmazlar. Bu sebeple mü’minler sadece O’na dayanmalı, O’na tevekkül etmeli ve O’ndan yardım istemelidirler. Allah’ın bir kimseye veya bir millete yardım etmesi veya onları yardımsız bırakması şüphesiz ki sebeplere ve hikmetlere dayanmaktadır. Bu sebeple müminler Allah’ın yardımına erişebilmek için O’nun rızâsına uygun hareket etmeli ve gazabına sebep olacak davranışlardan da sakınmalıdır. Ancak böyle yaptıkları takdirde yüce Allah’ın yardımına lâyık olurlar. Nitekim “Ey iman edenler! Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (47/7) meâlindeki âyette buna işâret buyurulmuştur. Burada Allah’a yardımdan maksat O’nun emir ve yasaklarına, evrende yarattığı ilâhî kanunlara uygun davranarak sebeplere sarılmaktır. Aksi takdirde Uhud Savaşı’nda olduğu gibi başarısızlık kaçınılmaz olur. (Kur’an Yolu Tefsiri) Hani:

“Kısmet ise gelir Hint’ten Yemen’den,

Kısmet değilse ne gelir elden?” derler ya.

“Allah bir şeyi size kısmet etmişse o mutlaka size gelir, kısmet etmemişse yapacak bir şey yoktur…”  veya şâirin dediği gibi;

 “Mevlâ rast getirirse bir kişinin işini, mermere geçirir dişini.

Mevlâ rast getirmez ise o kişinin işini, muhallebi yerken kırar dişini.” Vesselam...

HÂSIL-I KELÂM! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .”

            Selâm ve duâ ile…