PARA LÂYIK OLDUĞU YERE GİDER!

Pazara satmak için buğday götüren yaşlı adamın akşam olup pazarın toplanmaya başlamasına, herkesin malını satıp-savmasına rağmen malına müşteri çıkmaz. Çıkanlarla da pazarlıkta uyuşamazlar. Yaşlı adam, sıkıntılı bir şekilde koca çuvalı nasıl geri götüreceğini düşünürken Ehl-i irfandan birinin yolu pazara düşer ve adama:

▬ Ne o beybaba! Buğdayını satamadın mı? Bak pazar toparlanıyor.” der. Adamcağız boynu bükük:                                                                                                                              

Buğdaya müşteri çıkmadı efendi! Çıkanlarla da biz anlaşamadık!” der. Ehl-i irfandan olan adam, yerden avuç avuç kum alır buğdaya karıştırmaya başlar ve:                                                    

▬ Merak etme! Şimdi müşteri çıkar beybaba, şimdi çıkar!” der. Yaşlı adam, bu harekete tam îtiraza yeltenecek olur ki; hemen yanı başında beliren bir müşteri buğdayına tâlip olur ve tamamını satın alır. Tebessümle oradan ayrılmak üzere olan zâta:                                                                 

▬ Bu ne hâldir efendi!” diyen buğdaycıya ârif, şu ibretlik cevabı verir:                                               

▬ Beybaba! Sus sus sesini çıkarma! Para, layık olduğu yere gider!” der ve çeker gider.

            Evet, parada bir sır vardır; o, geldiği yoldan gider. Yâni helâl para, gerçek mânâda hayra sarf edilirken; gayr-i meşrû yoldan gelen para ise, yine gayr-i meşrû yolun sermâyesi olur.

Yâni, paranın kaderi, kişinin kaderine müdâhil olur. Herkes zanneder ki, ben parama hükmederek istediğim yere harcıyorum. Hâlbuki para, kazanılışındaki mânevî temizlik durumuna göre, lâyık olduğu yere gider; sahibinin irâdesini de kendi gittiği yere doğru istikâmetlendirir. Anlayacağınız hâkimiyet çoğu zaman paradadır; sahibinde değil…

Anlayacağınız para, yılan gibidir. Hangi delikten girdiyse oradan çıkar. Cebine haram para girenin ameli bozulur. En azından amellerindeki ihlâs kaybolur. Dolayısıyla paranın nereden ve nasıl kazanıldığı çok mühimdir. Maddî ve mânevî huzurumuz için, kazancımızın helâl yoldan olmasına son derece dikkat etmeliyiz.

Ebû Hüreyre anlatıyor: Resûlullah (sav), “Ey insanlar! Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Allah, peygamberlerine emrettiği şeyleri mü’minlere de emretti.” buyurur ve şu âyetleri okur: “Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin, güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim.” “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin...” Sonra Resûlullah (sav) uzun yolculuklar yapmış, üstü başı tozlanmış, saçı başı dağılmış, ellerini göğe uzatarak, “Yâ Rab, yâ Rab!” diye yalvarıp yakaran bir adamdan söz eder ve “Fakat onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdı. Haram ile beslenirdi. Peki, böyle birisinin duası nasıl kabul edilsin?” buyurmaktadır. Bu nedenle insan gırtlağından geçene dikkat etmeli ve seçici olmalıdır. Aşağıdaki hikâye aslında günümüz insanını ne kadar da güzel anlatmaktadır.

Behlül Dânâ, Harun Reşid’den bir vazife ister. Harun Reşid de ona çarşı-pazar ağalığını (denetimini) verir. Behlül, hemen işe koyulur. İlk olarak bir fırına gider. Birkaç ekmek alır ve tartar. Ekmeklerin hepsi normal ağırlığından eksik gelir. Fırıncıya döner ve:

▬ Hayatından memnun musun? Huzurun var mı? Geçinebiliyor musun? Çoluk-çocuğun ağız tadıyla yaşayıp gidiyor mu?” diye sorar. Fırıncı, bütün sorulara menfî (olumsuz) cevap verir. Âdetâ hayatta memnun olduğu hiçbir şey yoktur. Behlül, bir şey demeden oradan ayrılır ve bir başka fırına geçer. Orada da birkaç ekmek alır, tartar ve görür ki bütün ekmekler normal gramajından fazla gelmektedir. Aynı soruları bu fırının sahibine de sorar ve bütün sorulara müsbet (olumlu) cevap alır. Yâni fırıncı gâyet huzurludur. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıkar ve başka bir vazife ister. Harun Reşid:

▬ Behlül, daha yeni vazife verdik sana, ne çabuk bıktın?” dediğinde,  Behlül:

▬ Efendim, çarşı-pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri de tartmış, vicdanları da. (Tıpkı günümüzde olduğu gibi) Buna göre herkes zâten hesabını ödeyip duruyor. Bana ihtiyaç kalmamış ki!” der. Demek ki kazancın helâliyeti, kişinin maddî-mânevî huzur ve saâdetinin ilk şartıdır. Çünkü ağızdan geçen her lokma, eğer helâl ise kişiye mânevî güç verir. Fakat haram veya şüpheli bir lokma ise insana gaflet ve hantallık verir; duyguları kısırlaştırır; kalbe bir perde olur.

“Helâl Kazanç, Helâl Lokma” meselesi, Müslüman’ın üretim ve tüketim ahlâkının olmazsa olmazıdır. Müslüman hem üretirken hem de tüketirken zihin ve gönül dünyasında Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarını, O’nun belirlediği ölçüleri göz önünde bulundurmak zorundadır. Çünkü bu mesele, aynı zamanda mü’min kişinin âhiret hayatını etkileyecek bir meseledir.

“Helâl Kazanç, Helâl Lokma” konusu, sadece bir beslenme konusu değil; aynı zamanda ahlâki bir meseledir. Yeryüzünde Allah’ın nimetlerinden yararlanmanın, bu nimetlere sâhip olmanın, verdiği rızkı üretme ve tüketmenin ahlâki boyutu vardır. Her şeyden önce her türlü nîmet, yaratılış gâyesine uygun olarak kullanılmalıdır. Türlü nezih nîmetler yaratıp gerek bunlardan istifâde etmeyi gerekse bunların selim tabiatını bozmadan çeşitli şekillerde çoğaltabilme ve geliştirebilme yeteneğini insana bahşeden Rabbimiz, burada bir taraftan tekvîn sıfatını izhar ederken, diğer taraftan teşrî’ sâhibinin kendisi olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Nîmetlerden istifâde ile bunların hesâbını vermek üzere sorumluluk altına girme aynı anda gerçekleşmektedir. Tükettiklerimizin gerçek sâhibini hatırlayabilme ve O’na şükran duygusu içinde olabilmenin bir sınavı olarak, tayyibât vasfına bir de meşrûluk şartı eklenmiştir ki bu, tükettiklerimizin helâlden olması şartıdır. “Tayyibât”tan sadece yenilmesi ve içilmesi helâl olanlar değil; aynı zamanda helâlinden kazanma da kastedilmektedir. Nitekim Kur’an’da, “yetimlerin mallarına el uzatmayın” âyetinin içinde “habisle tayyibi birbirine karıştırmayın” buyrulmaktadır. Vesselam… 

Selâm ve duâ ile…