HOROZ VE TİLKİ!

Dershânede hocayı beklerken ışıklar kapanır ve bir çizgi film gösterilmeye başlanır. Çizgi filmin adı “Küçük Tavuktur.” Bir kümes ve içerisinde bir çok tavuk ile genç ve küçük horozlar, bir de kümesin yaşlı ve büyük horozu vardır. Kümesin etrafında da sürekli bir tilki dolaşır.

                Yaşlı ve büyük horoz, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatır ve  tavukları dışarı bırakmaz. Tabii dışarı çıkamadıkları için doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf ve halsiz kalırlar. Yaşlı ve büyük horoz ise dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlar. Kümese giremeyen tilki bunun üzerine kümesin tellerinden küçük bir delik açarak küçük ve genç bir horoza seslenir, ona biraz mısır verir. Mısırı yiyen küçük ve genç horoz her gün gelir tilkiden düzenli olarak mısır alır. Bir süre sonra tilki küçük ve genç horoza tek başına yiyebileceğinden fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yer hem de diğer tavuklara mısır dağıtır.

            Böylece yavaş yavaş yaşlı ve büyük horozun kümesteki iktidar gücü kırılır. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlar. Artık popüler olan genç ve irileşen horozun etrafında  tavuklar toplanır. Tilki oyun oynamaya devamla kümesin kapısının önüne çokça mısır bırakır. Kümeste bir tartışma başlar:

Kapıyı açalım mı açmayalım mı?” diye. Sonunda korkarak kapıyı açarlar ve kafalarını dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekilirler. Oyun bir süre daha böyle devam eder. Tavukların korktukları hiçbir şey olmaz. Kümesteki tavuklar rahatlar. Korkuları azalır.

            Nihâyet bir gece tilki kümesin önündeki avluya bolca mısır döker. Artık korkusuz olan tavuklar genç ve güçlü horozun öncülüğünde dışarı çıkar ve rahat rahat yemlenirler. Kümesteki her tavuk iyice semirir. Tilki bir süre sonra gece kümesin kapısından kendi mağarasına kadar mısır tânelerini döker.

            Sabah kümesten çıkan ve korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya kadar gider ve mağaraya girerler. Onları içeride bekleyen tilki, bütün kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatır. Çizgi film burada biter. Işıklar yanar. Ve dersin hocası kürsüye çıkarak:

İşte çocuklar üçüncü dünya ülkeleri böyle yönetilir.” diyerek derse başlar. Tıpkı kelâm-ı kibârda; “Başkalarından yardım almaya alışan, emir almaya da alışır!” ifâdesini bulduğu gibi.

            Başkalarına el açmanın veya dilenmenin insan onurunu zedeleyen bir davranış biçimi olduğu muhakkaktır. Ancak şartlar zorunlu kıldığında bu yolun kaçınılmaz olabildiği de aşikârdır. İçinde yaşadığı toplumun olumlu olumsuz tüm koşullarına tanık olan Peygamberimiz, dilenmeyi tasvip etmemekle birlikte, onun toplumsal bir olgu olduğunu kabul etmiştir. O (sav), “Üstteki (veren) el, alttaki (alan) elden daha hayırlıdır. Sen, (vermeye) geçimini sağladığın ailenden başla!..” buyurarak gerek alan gerekse veren el durumundakilere yönelik mesajlar vermiştir. Buna göre Allah Resûlü maddî imkânı yerinde olanları infak etmeye teşvik ederken bunu “üstteki el” olarak nitelemiştir. “Alttaki el” ise isteyen el olarak anlaşılmıştır. Rivayette her iki tarafın da hayırlı olduğunun belirtilmesi dikkat çekicidir. Yoksulların zenginlerin malına ihtiyacı olduğu kadar, zenginlerin de mallarından bir kısmını vermek için fakirlere muhtaç olduğu bir gerçektir. Resûlullah mecbur kaldığı için istemek zorunda kalan kişilerin de hayırlı olduğunu söyleyerek onların onurlarının kırılmasını engellemiştir.

            Hz. Peygamber dilenerek insanların üzerinden geçim sağlamayı asla tasvip etmemiştir. Tam aksine o, “Servetini artırmak için dilenen, istediği az ya da çok olsun, gerçekte kor ateş dilenir.” sözüyle muhtaç olmadığı hâlde, sırf mal varlığını artırmak amacıyla dilenenlere yönelik çok ağır ifadeler kullanmış, bu tip insanların aslında mal değil âhirette tadacakları azap için kor ateş topladıklarını belirtmiştir. Yüzsüzlük yapıp istemeyi alışkanlık hâline getirenlerin hâli de Resûlullah tarafından tasvir edilmiştir. “İnsanlardan dilenip duran kişi, sonunda kıyamet gününde (Allah’ın huzuruna) yüzünde bir parça bile et kalmamış vaziyette gelir.” sözüyle Hz. Peygamber, dilenenlerin kıyamet günü düşecekleri acıklı hâli anlatmıştır. (hadislerleislam)

            Zamanın Şam valisi bir gün, Emeviyye Câmii’ne girer. O sırada içerde Şam’ın büyük ilim adamı Saîd el-Halebî, cemaate ders anlatmaktadır. İbrahim Paşa gelip Şeyh Saîd’in yanına oturur. Ayaklarını uzatmış olan el-Halebî, valinin gelmesine hiç aldırış etmez. Bu vaziyet valiyi çok kızdırır ve hemen câmiden ayrılır. Vali köşküne geldiğinde, dalkavuklar etrafını çevirerek onu el-Halebîye karşı kışkırtırlar. Onların sözlerinin tesirinde kalan vali, Halebî’in hemen getirilmesini emreder. Fakat askerleri gönderdikten biraz sonra da, yaptığı bu işten pişman olur. Çünkü bu hareketinin, başına birçok gâileler açacağını düşünür ve o kararından vazgeçer. Kendi kendine, onu yakalatmak yerine, ona hediyeler göndermeyi düşünür.

            Eğer Şeyh bu hediyeleri kabul ederse, bir taşla iki kuş birden vurmuş olacaktır. Kısacası hem Halebî’yi kendine bağlamış olacak, hem de onun halk nazarındaki itibarını düşürerek kendi îtibârını yükselterek; hocanın nüfûz ve tesirini yok edecektir. Vali bu düşüncesini tahakkuk ettirmek için, Halebî’ye hemen 1000 altın gönderir. Adamına, bu paraları Halebî’ye, talebelerinin görüp duyabileceği bir zaman ve zeminde vermesini de tenbih eder. 1000 altını alan valinin adamı, doğruca Emeviyye Câmii’nin yolunu tutar. Halebî’nin talebelerine ders okuttuğunu görünce, kolladığı ânı yakalamanın sevinciyle onlara selâm verir ve yüksek sesle:

Hoca Efendi! Şu 1000 altını, Vali Bey, ihtiyaçlarınızı görmeniz için size gönderdi.” der. Halebî, şefkatle vezirin yüzüne bakar ve sâkin bir edâ ile:

Evlâdım! Efendinin paralarını geri götür ve ona de ki: ‘O size, ayakalarını uzatmış, ellerini değil!” diye cevap verir. “İnsanlar ve özellikle ilim adamları, servet ve kudret sahiplerine karşı minnetsiz olmalıdır.” Yâni; “Elini uzatan, ayağını uzatamaz...” Vesselam...

            HÂSIL-I KELÂM! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .”

            Selâm ve duâ ile…