HAYATIMIZDA Kİ TAŞLAR!

Hoca Efendi, sınıfa girer karşısındaki öğrencilerine bir süre baktıktan sonra:

▬ “Bugün, “Zaman Yönetimi” konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız” der. Kürsüye yürür, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarır. Ardından kürsünün altından bir dizine yumruk büyüklüğünde taş alır ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başlar. Kavanozun daha başka taş almayacağından emin olduktan sonra öğrencilerine:                                                                                                                                              

▬ “Bu kavanoz doldu mu?” diye sorar. Öğrenciler hep bir ağızdan:                                                           

▬ “Doldu Hocam!” diye cevap verirler. Hoca:                                                           

▬ “Öyle mi?” der ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkartır. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döker. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına iyice yerleşmesini sağlar. Ardından da öğrencilerine bir kez daha:                                                                   

▬ “Bu kavanoz doldu mu?” diye sorar. Bir öğrenci:                                                                                 

▬ “Dolmadı herhâlde!” diye atılır.                                                                                                                                            

▬ “Doğru!” der hoca ve yine kürsünün altına eğilerek bir kova kum alır ve yavaş yavaş kum taneleri taşlarla mucurların arasına nüfuz edene kadar döker. Öğrencilerine döner ve:                                                                                                                                                         

▬ “Bu kavanoz doldu mu?” diye sorar. Sınıftakiler hep bir ağızdan:                                                    

▬ “Hayııır,” diye bağırırlar.                                                                                                                       

▬ “Güzeeel!” der hoca ve kürsünün altına eğilerek bir sürâhi alır ve kavanoz doluncaya dek suyu boşaltır. Sonra da öğrencilerine dönerek:

▬ “Bu deneyin amacı neydi?” diye sorar. Uyanık bir öğrenci hemen:                                                                                           

▬ “Zamanımız ne kadar dolu görünse de daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır” diye atlar. Hoca:

▬ “Hayır, bu deneyin esas anlatmak istediği şey, eğer büyük taşları baştan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamayacağınız gerçeğidir.” der. Öğrenciler, şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken Hoca devam eder:                                              

▬ “Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser meydana getirmek, başkalarına faydalı olmak veya onlara bir şey öğretmek… Büyük taşlarınız belki bunlardan biri belki birkaçı, belki de hepsi... Bu akşam yatmadan önce iyi düşünün ve sizin büyük taşlarınızın hangileri olduğuna iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı ilk olarak kavanoza yerleştirmezseniz bir daha hiçbir zaman koyamazsınız…”  

Zamanı kullanma husûsunda hayat, Cenâb-ı Hakk’ın her canlıya bir defâ kullanmak üzere bahşettiği ve muayyen bir zamanla sınırlandırdığı çok kıymetli bir nîmettir. Zamanı, onun değerine en lâyık amellere sarf etmek şarttır. Çünkü hayatta her an yapılabilecek birden fazla iş vardır. Fakat bunların o an için en ehemmiyetli olanlarını öne almak ve diğerlerini de ehemmiyet derecelerine göre sıraya koymak, zamanı gereği gibi kullanabilmek için dikkat edilmesi gereken önemli bir kâidedir.

Son derece kıymetli bir sermâye olan zamanı, boş ve abes şeylerle isrâf etmek, âhiret hayâtını tehlikeye atmaktır. Bu yüzden, gaflet perdelerini aralayabilenler için zaman, hiçbir şeyle kıyaslanamayacak derecede kıymetli bir nîmettir. Cenâb-ı Hakk Asr Sûresi’nde: “Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” buyurmaktadır.

Zamana yemin ile başlayan bu sûrede; îman, amel-i sâlih, hakkı ve sabrı tavsiye ile ihyâ edilmeyen zamanların israf edildiği ve bir hüsran vesîlesi olduğu bildirilmektedir. Zamanı hakkıyla değerlendirebilenlerden istisnâ kaydıyla bahsedilmesi de, insanların bu hususta ekseriyetle aldandıklarına işâret eden acı bir hakîkattir.

Teknolojinin buzdolabını ve derin dondurucuları icat edecek kadar gelişmediği zamanlarda, dağların yükseklerinden buza dönüşen kar parçaları kesilir ve pazarlarda satılır. Sıcak bir yaz günü Bağdat Çarşısında bir adam dağlardan getirdiği karları satmaya çalışır. Ne var ki pek satış yapamaz ve kar parçaları da öğle sıcağında erimeye başlar. Geçimini bu yolla temin etmeye çalışan şahıs; “sermâyesi eriyip giden bu adama acıyın, merhamet edin, bu fakirden buz alan yok mu?” diye canhıraş bağırmaya başlar. O sırada öğrencileriyle oradan geçmekte olan bir büyük âlim, buzlarını satmaya çalışan adamın feryadını duyunca, olduğu yere çöker, başını ellerinin arasına alarak düşünmeye başlar. Bu durum karşısından telaşlanarak ne olduğunu soran öğrencilerine büyük âlim şöyle der; “Buzlarını satmaya çalışan adamın sözlerine dikkat edin. Eriyip giden sadece buzlar değil zaman eriyor ve ömrümüz tükeniyor. Yaz sıcağının buzları erittiği gibi zaman da hayatımızı tüketiyor. Adamın buzları için endişelendiği gibi zamanın akıp gitmesine endişe etmeyen ziyandadır.”

Hazin bir gerçekliktir. Çoğu insan en büyük aldanışını ve pişmanlığını en büyük sermayesi ve imkânı olan zaman nimetini ve vaktin önemini idrak hususunda yaşamaktadır. Zaman ve mekânla sınırlı bir varlık olarak insanın en büyük farkındalığı ve en yüksek şuuru ise vaktin kıymetini ve ehemmiyetini bilmek konusunda ortaya çıkacaktır.

Hayaller, ödevler, beklentiler, acılar, hüzünler, hasretler, bekleyişler, çabalar, koşuşturmalar, okullar, sınavlar, günahlar, pişmanlıklar… Hepsinin ortak paydası, bütün eylemlerin anası ve her şeyi kucaklayan atmosfer zamandır. Ve zamanı gerçek boyutuyla tefekkür ve takdir etmek, varoluşu, gâyeyi ve hayatı idrak etmektir.  Nitekim elmaslar, yakutlar, altınlar, mücevherler “zaman”la satın alınabilir ama zamanı satın alabilecek, geçen ânı geriye getirebilecek hiçbir güç, kuvvet ve değer yoktur... (diyanethaber) 

Selâm ve duâ ile…