DOĞRUCU DÂVUT!

Kendi gibi olmayan kim varsa, onu korkak ve çıkarcı olmakla suçlayan “Doğrucu Dâvut” nâmıyla bilinen biri vardır. Bundan rahatsız olan komşusu onu kâdıya şikâyet eder. Kâdı sebebini sorar. Dâvâcı:

▬ Kâdı Efendi! Komşum doğruları konuştuğu için!” der. Kadı:

İyi ya Efendi, bu dünyada herkes doğru söyleyeni aramıyor mu? Sen neden doğruları söyleyen komşundan yakınıyor şikâyet ediyorsun?” diye sorar. Dâvâcı:

▬ Kâdı Efendi! Komşum çok doğru konuşuyor. Bu da beni fazlasıyla rahatsız ediyor!” diye karşılık verir. Kâdı Efendi:

Pekî! der. Adamı mahkemeye çağırmak içinde bir neden arar. Kısa bir süre sonra bir dâvâda (sözüne güvenilir bir) şâhit olarak mahkemeye çağırtır. Bu dâvet üzerine mahkeme salonuna giren bizim “Doğrucu Dâvut”; İçeri dâvet edildiğinde Kâdı Efendinin bir gözünde ak olduğunu fark edince gayet ciddi bir şekilde: 

Esselâmünaleyküm kör Kâdı!..” diyerek kadıyı selamlar! Kâdı Efendi kendi kendine:

Vallahi, ben de doğru söyleyeni severim ama bu kadarı da çok fazla.” der, gönüllü gönülsüz:

▬ Ve Aleykümesselâm” diyerek mahkemeyi başlatsa da artık gözü bu adamın üstündedir! Konuşma sırası bizim “Doğrucu Dâvuta gelince, onu dikkatle dinleyen kâdı, beklediği “cümleyi” ağzından alır almaz, onun âdeta gırtlağına çöker ve; “mahkemeyi yanıltıcı ifâde” vermekten tutuklatır! Bizim “Doğrucu Dâvut” ise son derece şaşkın, iki zabıtanın arasında, elleri kelepçeli olarak “şâhit olarak katıldığı mahkemeyi, tutuklu olarak” terk ederken, kendi kendine:

Allah Allah, bu memlekette doğruları söylemek bile suç oldu! Ne günlere kaldık ya rabbi! Eğer şâhitlik ettiğim hususta bir tek yalanım varsa, şöyle olayım, böyle olayım!” diye yüksek sesle söylenirken, yanındaki zabıta:

Be kardeşim, iyi hoş da mahkemeye girerken kâdıya verdiğin o selam neyin nesiydi?” diye bu zavallıyı “tutuklanma sebebi” konusunda ayıktırmak istesede, bizim ki bunu söyleyen zabıtaya (kelepçeden dolayı sağ elinin işâret parmağını iki elini kaldırıp sallayarak):

Yook Efendi yok! Dediğimde yalan bir taraf var mı? Ben ne gördümse onu söylerim!..” dediğinde zabıta, “devâsız bir derde müptelâ olduğuna kanaat getirdiği bu adamı tüfeğin namlusu ile ittirerek ve konuşma tarzını değiştirerek:

Hadi yürü, dırdır etmeyi bırak da düş önümüze!..” der ve alır götürür.     

Demek ki neymiş; “Mârifet, sadece doğru sözlü olmakta değil, doğruları da doğru bir şekilde söylemeyi bilmekte imiş!”

Diyarbekirli Sâid Paşa:

            Sen usandırma eli, el de usandırmaz seni,

            Hilekârlık eyleme, kimse dolandırmaz seni.

            Korkma kâfirden, ateş olsa yandırmaz seni,

            Müstakîm ol, Hazreti Allah utandırmaz seni.” der bir beytinde.

            “Kimseye eziyet-cefâ etme, haksızlık yapma, âh alma, kimseyi kandırma, aldatma ki sen de haksızlık görmeyesin. Düşmanlarından medet umma, onlardan gelecek yardıma da güvenme. Düşmanlarından korkmana da lüzûm yok. Sen yeter ki doğru ol, dürüst ol, istikâmet sâhibi ol, böyle olursan Allah sana yardım edecek ve seni dâimâ üstün kılacaktır.”

Doğruluk kendine, en yakınlarına ve üzerinde hakkı olanlara rağmen doğruyu söyleyebilmektir edebince üslubunca. İnsan topluluklarının korunmaya, düzene ve adâlete ihtiyaçları vardır; devlet de bu ihtiyaçlardan doğmuştur. Adâletin gerçekleşmesinde bağlayıcı hukuk kuralları kadar onları uygulayan yönetici ve hâkimlerle hakkın veya suçun ispatı için gerekli bulunan şâhitler önemli rol oynamaktadırlar. Adâlet görevlilerinin doğruluktan sapmalarına sebep olan âmilleri iki gruba ayırmak mümkündür: Maddî menfaat, mânevî eğilim ve değerler. Hâkim ve şâhitler elde edecekleri veya elden kaçırmak istemedikleri şahsî menfaatleri veya yakınlarının menfaatleri sebebiyle adâletten sapabilmektedirler. Ayrıca dâvâcı ve dâvâlının sosyal, ekonomik ve siyâsî durumu da şâhit ve hâkimleri etkileyebilmektedir. Meselâ bir maddî menfaati dâvâ eden kimsenin yoksul, dâvâlının ise zengin olması durumunda, hak zenginin olduğu halde yoksul lehine şâhitlik edildiği veya hüküm verildiği görülmektedir. Halbuki zengin de yoksul da Allah’ın kullarıdır, onları içinde bulundukları duruma göre değerlendirecek, haklarında hayırlı olanı lütfedecek, sorumluluklarını belirleyecek ve hikmetinin bir sonucu olarak dilediğinde özel lütuflarda bulunacak olan da Allah’tır. İnsanların O’nun yerine geçmeye, adâleti saptırma pahasına bazı kimseleri kayırmaya hakları yoktur. Bu sebeplerle gerek hâkimlerin ve gerekse şâhitlerin haksız tarafa meyletmeleri veya hakkın ortaya çıkmasını, adâletin gerçekleşmesini engellemek için hükümden ve şâhitlikten geri durmaları, mahkemeyi oyalayan davranışlar içine girmeleri de yalancı şâhitlik ve hukuka aykırı hüküm kadar adâlete aykırı bulunduğundan âyet bunları da yasaklamış, bazı şeyleri halktan gizlemek mümkün olsa bile Allah’tan gizlemenin imkânsız olduğunu vurgulamıştır. İslâm’ın ilk nesillerinde Allah korkusu hâkim ve güzel ahlâk yaygın bulunduğundan –bu âyete de dayanarak– yakınların birbirleri için şahitlikleri kabul edilir, bu konuda kimseden peşinen şüphe edilmezdi. İslâm topluluğu sosyal ve kültürel değişmeler geçirdikçe yakınların birbirleri hakkında yapacakları şâhitliklerin geçerliği tartışılmaya başlandı, birçok müctehid, “yakınlığın ve menfaatin saptırma ihtimali güçlü bulunduğu durumlarda” şâhitliği geçerli saymadı.

Doğruluk Peygamberlerin ahlâkıdır; Diğer peygamberler gibi el-Emîn sıfatlı Hz. Peygamber (s.a.s.)’in en önemli vasıflarından biri doğruluk üzere olmasıdır. O, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” âyeti indikten sonra; “Hûd sûresi beni kocattı.” buyurur ve böylece dinimizde doğruluğun ne denli önemi hâiz olduğunu gösterir.

            Doğruluğun mukâbili yalancılıktır. Yalancılık ise kötü bir huy ve münâfıklık belirtisidir. Mü’min yalan konuşmaz/konuşamaz ve yalan ile iş yapamaz.

            Büyüklerimiz, yalan söylemek îcap ettiği yerde bile, sözün mânâsını değiştirerek doğru söylemeyi tercih etmişlerdir. Meselâ Muâz b. Cebel, vazifeden döndüğünde, eşi:

▬ Bu kadar çalıştın, çabaladın, zekât topladın, bize ne getirdin?” der. O da:

▬ Beni gözeten biri vardı, bu nedenle sizlere bir şey getiremedim!” diye cevap verir. O, bu sözle Allah Teâlâ’yı kast etmektedir. Eşi ise, Hz. Ömer’in onu kontrol eden birini gönderdiğini zanneder ve sinirle Hz. Ömer’in evine gider ve öfkeyle sesini yükselterek:

▬ Muâz, Resulullâhın (s.a.v.) ve Ebû Bekr-i Sıddık’ın yanında emin biri idi. Siz niçin onun peşine adam takıyorsunuz?” der. Hz. Ömer, Muâz’dan işin aslını öğrenince tebessüm eder ve eşine vermesi için ona bir miktar hediye verir.

            Mü’min, her hatayı işleyebilir ancak, hâinlik yapamaz ve yalan söyleyemez.

            Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalpte mücâdele eder.

            İçi dışına, sözü işine uymamak, nifak alâmetidir. Nifâkın temeli ise yalandır. Ashâb-ı kirâm nezdinde yalandan daha kötü bir şey yoktur. Çünkü, onlar, yalanla îmânın bir arada bulunamayacağını çok iyi bilirlerdi. Hacı Bektâş-ı Velî: “Doğruluk dost kapısıdır. Doğruluk yüz aklığıdır.” der. Ziyâ Paşa da:

“İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrah,

Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah.” der. Vesselam…

Selâm ve duâ ile…