ÇAMURA ÇÖKEN EŞEK!

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî hikâyelerle dolu Bostan’da ibretlik şu hâdiseyi anlatır. Pîrî fânî adamın merkebi çamura çöker. Ne kadar gayret sarf etse de bir türlü hayvanını battığı yerden çıkaramaz. Bu esnada da gökyüzünden sicim gibi yağmur yağmakta, soğuk hava ise ilikleri dondurmaktadır. Bütün bunlara ek bir de yavaş yavaş üstüne çöken karanlık içerisinde kalan yaşlı adam, çok müteessir ve mustarip bir hâlde kalır. Bu sıkıntı ve acı içerisinde sabaha kadar kötü sözler söyleyerek herkese ve tarafa lânetler savurur. Öyle ki, dilinden ne dost kurtulur ne düşman ne ahâlî kurtulur ne de sultan...

Yaşlı adam böyle sövüp saymakta, etrafa lânetler savurmakta iken padişah da oradan geçmektedir. Durumun farkında olmayan yaşlı adam, uygunsuz ve haddi aşan sözlerine devam eder. Pâdişâhın bu sözleri işittiğini anladığında ise adamcağız, mahcûbiyetten âdeta yerin dibine girer. Bu mahcûbiyetle ne cevap verebilir ne de özür dileyebilir. Pâdişah, kendisiyle hiçbir alakası olmayan bu hâdiseye çok kızar ve etrafında bulunanlara hiddetle:

▬ İhtiyârın eşeği çamura batmışsa benim suçum ne? Ben batırmadım ya! Benden ne istiyor, niçin kötü söz söylüyor?” diye hayıflanır. Berâberindeki eyyamcılardan biri pâdişâha:

Sultanım! Bu edepsizin boynunu vuralım! Dünyada nâmı ve nişânı kalmasın! Densizlere de ders olsun.” der. Güngörmüş ve geniş hayat tecrübesi olan pâdişah, gönlünde çağlayan ilâhî rahmetle, bakar ve müşâhede eder ki yaşlı adam, içine düştüğü dert dolayısıyla mihnet içinde bunalmış, eşeği de çamura batmış ve çok zor durumda kalmıştır.

Zavallı ihtiyârın hâline acır. Kaba ve uygunsuz sözlerinden kabaran öfkesini yutar. Bununla da yetinmeyip pîrî fâniye altın, at ve kürklü kaftan ihsân eder. Zîrâ pâdişah bilir ki: “Öfke zamanında merhamet, yapılacak en güzel şeydir.” Bu hâdiseyi duyan biri, ihtiyâra:

Ey akılsız ihtiyâr, bu kadar küfür ve hakâretten sonra ölümden nasıl kurtuldun, hâlâ sana hayret etmekteyim?” diye sorduğunda yaşlı adam:

Sus bee edepsiz! Ben o sırada çok sıkıntılı idim. O sıkıntı da aklımı başımdan almıştı, yâni kendime hâkim değildim. Bu nedenle ben, bana yakışmayan bir şey yaptım. Pâdişâha gelince, o sultânımız da kendisine yakışan ihsan ve ikrâmı yaptı.” diye cevap verir adama.

Kötülüğe kötülükle karşılık vermek kolaydır. Asıl zor olan, kötülük eden kimseye de iyilikle mukâbelede bulunabilmektir. Cenâb-ı Hakk Fûssilet Sûresinin 34. âyetî kerîmesinde: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!”

Zemahşerî, kötülüğün savılmasını: “Biri sana kötülük ettiğinde onu affetmen bir iyiliktir; ama bundan da iyi olanı, onun sana yaptığı kötülüğe iyilikle karşılık vermendir... Eğer bunu yaparsan amansız düşmanın sıcak bir dost hâline gelir.” diye anlatır. İyilikten maksat, Resûlullah’ın insanları hakk dîne dâvet etmesi, inkârcıların küstahça davranışlarına sabretmesi, intikam peşinde koşmaması, kötülüğe kötülükle karşılık vermemesidir. Kötülükten maksat ise putperestlerin, “Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır” (5. âyet); “Bu Kur’an’a kulak vermeyin, okunurken gürültü çıkarın” (26. âyet) gibi ifadeleriyle sergiledikleri aşağılık davranışlardır. Âyette bir bakıma şöyle buyurulmuş olmaktadır: “Ey Muhammed! Sana yakışan davranış iyilik, onlara yakışan da kötülüktür. İyilikle kötülük bir olmaz; yâni eğer sen iyilik yaparsan dünyada saygınlığı, âhirette de sevâbı hak edersin; onlar da (kötülükleri sebebiyle) bunun tersini hak ederler. Şu hâlde onların kötülüklere yönelmeleri senin iyiliği sürdürmene engel olmamalıdır... Onların barbarca ve câhilce hareketlerini bütün tutumların en güzeliyle savmaya bak; eğer onların kötü huylarına karşı sabrını ısrarla sürdürür, terbiyesizliklerine öfkeyle, verdikleri zararlara ezâ ve cefâ ile karşılık vermezsen bir gün gelir onlar da kendi kötü huylarından dolayı utanır, o çirkin davranışlarını da artık terk ederler.” Kötülüğe iyilikle karşılık vermenin düşmanlıkları sıcak dostluklara çevireceği yönündeki açıklama, ahlâk psikolojisi ve toplumsal barış açısından son derece önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Kuşkusuz insanların bazı kötülüklerini hukukî yaptırımlarla önlemek mümkündür; ancak hiçbir toplumu sadece bu yaptırımlarla uzun süre ayakta tutmanın, hele bu yolla insanlar arasında dostluk ve kaynaşma sağlamanın, kalıcı toplumsal ilişkiler kurmanın mümkün olmadığı hemen bütün siyâset ve hukuk felsefecileri tarafından kabul edilmektedir. Bu yapıcı davranışların en ileri derecesi, kişinin kendisine yapılan bir kötülüğü cezalandırması mümkün olduğu halde bunu yapmak yerine bağışlama yolunu seçmesi, hatta kötülüğü iyilikle karşılama yüceliğini gösterebilmesidir. İslâm ahlâkında bu erdemin adı hilimdir. Abdullah b. Abbas: “Mü’min kişi bu erdemli işleri yaparsa Allah onu şeytanın etkilerinden korur, düşmanının dâhî ona saygı duymasını sağlar.” buyurmaktadır.

Zîrâ Cenâb-ı Allah âyet-i kerîmede: “Kim sabredip bağışlarsa, bu ancak büyüklerin yapabileceği değerli bir davranıştır.” buyurmaktadır. Bu hâle gelen bir gönül, ne müthiş bir gönüldür. Yâni yaratanın bakışıyla yaratılana bakmalıyız. Mevlânâ: “Lütuf merhemi ol; inciten diken olma! Kimseden sana bir kötülük gelmesini istemiyorsan; kötü sözlü, kötülük öğreten, kötülük düşünen olma! Her hâlinle amel-i sâlih içinde ol.” der.

Nefsâni hislerden kaynaklanan ve aklı alarak insanı yanlışlara götüren öfke, dizginlenmesi îcâb eden bir öfkedir. Ancak dîn ve mâneviyâta karşı bir saldırı veya zulüm söz konusu olduğunda umursamaz bir hâl içinde olmak, öfkeyi dizginlemek değildir. Böyle bir davranış ise gaflettir. Allah için öfkeyi yenmek kadar, lâzım olduğunda Allah için öfkelenmek de önemlidir. Zira îmânın kemâli; “lâyıkına muhabbet, müstehâkına nefret”i gerektirir. Vesselam…

Selâm ve duâ ile…